20 Şubat 2009 Cuma

petervardin bozgunu 1716 lar

Petervaradin Bozgunu (5 Ağustos 1716)

24 Mayıs pazar günü Edirne'den dualarla uğurlanan Vezir-i Âzam ve Serdârı Ekrem Dâmad Ali Paşa 2 Ağustosta, Petervaradin'in yakınında, Karlofça kasabasındaydı. Türkün meşum bir yenilgiden sonra, elini ayağını bağlayan andlaşmanın yapıldığı yerdi, burası. Burada şansını çevirmeye çalışacaktı Türk ordusu. Bunun ilk denemesi de, ümit vericidir. 1500 kişilik Türk öncü birliği Almanlardan 8000 kişiyi mağlup etme başarısını göstermişti. Ne yazık ki; her şey başladığı gibi gitmiyor: Bu küçük savaşta sayıca çok üstün olan düşmanı perişan eden askerlerden esir ve kelle getirenler vezir-i âzam tarafından bol bahşişle mükâfatlandırılıyordu. Kethüda Köse İbrahim Ağa, paşanın önüne atılıp "Behey sultanım asker sınıfı zaten maaşlıdır; maaşı da bu hizmetleri için alırlar; bunlar gönüllü değil ki, böyle ihsanlarla teşvik edilsinler; ancak esir getirenlere yirmişer, kelle getirenlere onar kuruş versen yeter" deyip, vezir-i âzamın cömert ellerini yumdurmuş. Bu sözleri duyan asker açıktan, aleyhte söylenmeye başlayınca, korkan İbrahim Ağa, Reisülküttap vasıtasıyla ellişer altmışar kuruş dağıttırmış ise de, askerin morali bozulmuştur.
Sekiz bin kişilik kuvveti mahvolan düşman toparlanmaya, takviye kuvvetin yolunu beklemeye çalışırken, vezir-i âzam ordu erkânını çadırına çağırdı:
"Sizlerden her zaman bu Nemçeliye İslâm askeri ayağı tozuyla varırsa intikam alınır diye, duyarız; şimdi iki taraftan ateş başlamışken hücum olunsa nasıl olur?" diye sorması üzerine, Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa muvafık gördü ise de Rumeli beylerbeyi Sarı Ahmed Paşa:
"Asker yorgundur, daha ileri yürümek doğru değildir..." der ve karar Sarı Ahmed Paşa'nın görüşü istikametinde verilir; bu karar, daha önceki tecrübelerden hiç istifade etmeden, Türk ordusunun mahvına sebep olmak için verilmiştir. Bu, o anda pek belli olmamışsa görüş kıtlığındandır; belli idiyse ihanettir!! Düşmanın panik halinden yararlanmayıp, derlenip toparlanmasına, yardım almasına imkân tanımak, kendi askerini de savaştan soğutmak, hayra alâmet olmasa gerektir. Tarihçiler böyle yorumluyor bu işi.
Ertelenen hücum düşmanın beklediği fırsat idi. Takviye kuvvetlerine kavuşup, 5 Ağustos da meydan muharebesine başlarlar. Rüzgâr aleyhimize eser, askerimizin önce sol kanadı bozulur, sonra sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa şehit düşünce asker bozulur. İki tarafında kısa zamanda helak olması akıl alacak işlerden değildir. Askerleri şevke getirmek için ön saflara fırlayan Vezir-i Âzam Ali Paşa alnından vurularak şehid düşer...
Dâmad Ali Paşa, Mora Fatihi olarak anılıyordu; bu savaşı sağ olarak kazansaydı Macaristan fatihi de olacaktı. 'Silahtar Paşa', 'Damad Paşa', 'Mora Fatihi' ve son olarak en büyük unvanı aldı; Şehid! Bütün unvanları unutulup, Şehid Ali Paşa olarak tarihe geçti. Küçücük eşi, pâdişâhın kızı Fatma Sultan dul kaldı. Sultan henüz 12 yaşındaydı; kocası ile yatmamış, sadece nikâhı altında kendisi için yaptırılan sarayda büyümeye çalışıyordu. Ali Paşa büyüdüğünü göremedi ama bir başka paşa görecektir.
Şehid Ali Paşa'nın sadâret müddeti 3 sene 3 ay 8 gündür. Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman 48 yaşındaydı.
Mağlubiyeti ve Vezir-i Âzamın şehâdet haberini acele İstanbul'a padişaha bildirdiler. Bu haberleri getiren, Muşkaralı İbrahim Efendi’dir ve büyük isim alma yolunda hızla koşmaktadır.
Pâdişâhla şehzade iken tanışmışlar, padişah olunca Sultan Ahmed onu da İmrahor yapmıştı, daha sonra sadaret kaymakamı…
Şimdi savaşın yapıldığı yerde yaşanan bir ibretlik olaya bakalım. Türk ordusunun yenilgisinde büyük pay sahibi olan "Sarı Ahmed Paşa Türk tarihinde son derece nadir görülen bir işe teşebbüs ederek Alman hizmetine geçmek üzere Hıristiyan oldu. Ancak bunun farkına varan Belgradlılar, Paşa'yı Almanlar'a kaçmadan yakalayıp parçaladılar. Bu olay Devlet mekanizmasının en üst kademelerini bile ne tiynette adamlann istilâ ettiğini göstermek bakımından mühimdir."
Ordumuzu bozan Prens Eugen Timeşvarı elimizden aldı. Rumeli'nden hazin Türk göçü başladı. İstanbul'da sadâret kaymakamı olarak bulunan Muşkaralı İbrahim Paşa, ölüm haberini getirdiği Şehid Ali Paşa'dan dul kalan Fatma Sultan'la evlenip pâdişâha dâmad oldu. (18 Şubat 1717) Bu sırada Sultan 13. İbrahim Paşa 55 yaşındadır. Zavallı Fatma Sultan, eli eline değmeyen ilk eşinden 35 yaş küçüktü, şimdikinden 42 yaş küçük.
Hacı Halil Paşa, Ali Paşa şehid düştüğünde Belgrad muhafızı idi. Sarı Ahmed Paşa Rumeli Beylerbeyi, Nevşehirli de mevkufatçıydı. Mührü Hümâyun Halil Paşa'ya, serdar kaymakamlığı Sarı Ahmed Paşa'ya verildi. Nevşehirli İbrahim Ağa, cephe sefahatini, Ali Paşa'nın şahadetini bildirme göreviyle İstanbul'a yollandı.
Nevşehirli'nin pâdişâh nezdinde itibarı sadrazamlardan bile fazlaydı. Pâdişâh onu cepheye göndermeyip Başemir âhur olarak yanında alıkoydu. Bol bol görüşme imkanları hasıl oldu. Zeki idi Nevşehirli. Biraz da hayata bakışı farklıydı. Ona göre, yaşamak ölmekten evlâ idi, böyle olduğu için de pâdişâhı sulha teşvik ediyordu.
Macaristan eriye eriye bitiyordu. Elimizde küçücük bir kartopu gibi kalan son Türk vilâyeti Banal'ın en müstahkem merkezi Timeşvar idi. Eflak ile Boğdan'ın kilidi mesâbisindeki Timeşvar'da, 144 bin kişilik Hıristiyan ordusunun ateşine dayanamadı. 44 gün yardımsız dayanan ordunun direnci kalmadı. Prens Ojen'e boyun eğdi. Vezir-i Âzam ve Ser-dar-ı Ekrem Halil Paşa elinde kalan "askerin dağılmasına meydan vermemek için orduyu alıp derhal Edirne'ye hareket etti."

Belgrad'ın Düşüşü (18 Ağustos 1717)

Nevşehirli İbrahim Paşa 18 Şubat'ta Damad oldu, itibarı biraz daha arttı ama sulh siyâsetini kabul ettiremedi. Vezir-i âzam Halil Paşa Timeşvar'ı tekrar almadan savaşa son vermek istemiyor. Hazırlığını tamamlayınca 12 Haziran'da Edirne'den hareket etti. Filibe'ye geldiğinde Belgrad Muhafızı Mustafa Paşa'dan bir mektup aldı. Düşmanın Pançova tarafından Tuna üzerine köprü kurup karşıya asker geçirdiği, hendekler kazarak muhasara tertibatı aldığı bildiriliyordu.
Vezir-i Âzam hızlı davranamadı. Prens Ojen üç haftadır kaleyi dövüyor, Halil Paşa harb meclisleriyle vakit geçiriyor, 60–70 bin askerle gelen Kırım Hanı Giray da eli kolu bağlı bekliyordu. Nihayet taarruza karar verilmişti. Fakat askerde iştah kalmadı. On beş günlük karşılıklı topçu ateşi sonunda 150 bin kişilik (Kırım askeri dâhil) Osmanlı ordusunda bozulma başladı. 80 bin kişilik, Prens Ojen'in ordusuna dayanamayan "Mısır ve Kürt askerleri kaçmaya başladı."
Savaş, Halil Paşa'nın mütereddit davranışı, orduyu idare edemeyişi yüzünden yarısı kadar orduya karşı kaybedildi. Vezir-i Âzamın bile doludizgin kaçtığı bu bozgunda Belgrad Kalesi vire ile üç günde teslim edildi.
Belgrad'da uğranılan kayıp 10 bin şehit ve 10 bin yaralı. Karşı tarafın zayiatı ise "ancak iki bin ölü ve üç binden biraz fazla yaralıydı." Maddi kayıpların dökümü şöyle: "131 top, 31 obüs topu, 20 bin top güllesi, 30 bin kumbara, 600 fıçı barut, 300 kurşun, 51 bayrak, dokuz tuğ, dört süvari dümbeleği, bir mehter takımı davulu, bir büyük sipahi dümbeleği."
Arnavud Halil Paşa Nevşehirli'nin istediği sulha yanaşmamış, inatla girdiği savaşı facia biçiminde kaybetmişti; azledildi, Nişancı Mehmet Paşa sadârete getirildi. (26 Ağustos 1617)

Pasarofça Barışı (21 Temmuz 1718)

Nevşehirli İbrahim Paşa sulh taraftarı olmakla puan topluyordu. Girilen savaş Türk ordusunun yenilgisiyle bitince, elbette, "Keşke savaşmasaydık" denir. Sultan Üçüncü Ahmet için de savaş sevimli bir şey değil. Ordunun eski karakteri kalmamış. Savaşıp, komşuların (düşmanların) gözünde küçülme yerine akıllı bir sulh yapmak daha iyidir. İbrahim Paşa birçok özelliğine ilaveten, devleti savaşlara sokmama beceri ve isteğiyle de pâdişâha hoş geliyordu. Mührü Hümâyun böyle bir vezirin boynunda durdukça rahat edileceği ümidi Nevşehirli İbrahim Paşa'nın yolunu açtı. 9 Mayıs 1718'de sadârete getirildi.
İbrahim Paşa, doğduğu köyden mülhem Muşkaralı diye anılır, ama bu köy pek bakımsızdır, adı da hiç sevimli değil. Sadrâzama lâyık olmadığı belli; ama sadrâzam vefalıdır. Kayınbabası olan pâdişâha yepyeni ufuklar açıp başka âlemlerde yaşatmaya gayret ederken köyünü de güzelleştirir, geliştirir bir şehir haline getirir. Bu eski köye, Yenişenir karşılığı o zamanın diliyle "Nevşehir" denir ve Paşa'da Nevşehirli, diye anılır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 9 Mayıs 1718 de sadrâzam olur, 21 Temmuz da Pasarofça Anlaşması imzalanır. Türk heyetinin başı Silahtar İbrahim Ağa, yardımcısı Yirmisekiz Mehmed Çelebi'dir. Pasarofça Anlaşması ile yorgun Türk ordusu kendine gelmiş ve iyi bir netice alınmıştır.
Bizim için önemine binaen Pasarofça sulhunu birkaç cümleyle anlatalım. Avusturya ile Osmanlı'nın sulhu yabancı devletler tarafından daha önce gündeme getirilmişti. İstanbul'da bulunan İngiliz ve Felemenk elçileri barış için aracılık yapmayı teklif etmiş ve müspet cevap alamamıştılar. Şehid Ali Paşa'nın hedefi büyüktü. Daha sonra vezir-i âzam olan Halil Paşa da sulha yanaşmamıştı. İngiliz Elçisi Montegü Viyana'dan İstanbul'a gelirken barış için uğraştı, Avusturyalılar Belgrad'ı almadan sulh yapmayız, dediler. Barış bu günlere sarktı.
Osmanlı ordusunun mağlubiyetleri, devleti sulh istemeye mecbur etti. Vezir-i Âzam Belgrad'ı elimizden alan kumandan Ojen'e bir mektup yazdı. Barışalım diyordu. Prens Ojen imparatorundan izin alması gerektiğini bildirdi. Sonunda iki tarafın da rızasıyla karar verildi.
Barış görüşmelerinin yapılacağı yer "Morava'nın sol sahilinde ve bu nehrin Tuna'ya karıştığı nokta civarında bulunan Pasarofça şehri idi. Osmanlı Devleti'ni temsilen Şıkki-Sani Defterdarı Silahdar İbrahim Ağa ve aynı meslekten Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Pasarofça'ya hareket ettiler. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa her ihtimale karşı tedbiri düşünüp, ordu başında Sofya'ya geldi.
Sulh müzakerelerinde "Avusturya, taleplerinde oldukça ılımlı davrandı. Belki Adriyatik üzerinde Venedik'i fazla kuvvetlendirmekten çekindiği, belki Ruslar ve Lehlilerden endişe duyduğu, belki de, artık ezici olmaktan çıktığı için Osmanlı Devleti'nin İmparatorluk için yararlı olabileceğini düşündüğünden Viyana, Sırbistan'ın anahtarı Belgrad'ı ve bazı önemli birkaç kaleyi muhafaza etmekten başka bir şey istemedi. Balkan Dağları Edirne'nin yakın kalesi oluyor, Tuna, Vidin, Niğbolu, Sofya bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu'nun tabii ve suni bir kuşağı haline geliyordu."
"Osmanlı ordusu harb edemeyecek kadar bozulmuş olduğu için, böyle bir sulhun akdi mühim bir zaruret ve hatta siyasî bir muvaffakiyet sayılabilir."
Vezir-i Âzam Nevşehirli İbrahim Paşa barış şartlarından duyduğu memnuniyeti bir takrir ile pâdişâha bildirdi: "Bir sulh anlaşması olur derdim amma, bu kadarını beklemezdim. Bu işin böylece vücuda gelmesi pâdişâhın baht-ı hümâyunları kuvvetinden nâşidir.
Askerimizin hali malûm, on bin düşman olsa yüzbin askerimiz mukavemete kadir ol-mayub firar ederler..." Aşağılarda da benzeri kelimelerle pâdişâhı rahatlatmaya çalışan Nevşehirli durumdan çok memnun. Pâdişâh da ona şöyle diyordu: "Sulh karar bulduğu yazılmış, memnun oldum; bu dahî inşallahu teâlâ hayırdır. Hemen serhadlerin nizâmına ve metanet verilmesine sarf-ı makdur edersiz."
Vezir-i Âzamın ve pâdişâhın hasretini çektiği güller açmaya başlayacak; günler, güler yüzlü insanların şakımasıyla dolacak. Sonu hesaba katılmazsa eğer pâdişâhla vezir-i âzam ve onlara ayak uydurabilen bir kısım devletli vs. on iki senede asırlara yetecek derecede kâm alacaklar.
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kahraman olma hevesi, pâdişâhın ondan böyle bir beklentisi yok. Asude bir hayal ikisinin de özlemidir. Fakat yaşanan asır, etraftaki komşular iki gönlün murat almalarına uygun değildir. Ne yapılırsa her şeye rağmen yapılacak, yine hayat kanlı yüzüyle de ara sıra arz-ı endam edecek, meşum sona nasıl olduğu anlaşılamadan ulaşılacak:

Lâle Devri (1718-1730)

İsmi 200 sene sonra konmuş. Devlet hayatı için kısa sayılır ama bir pâdişâh için uzun, tam 12 sene. Üçüncü Ahmed'e masal hayatı yaşatan senelerin mimarı Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'dır. 1718–1730 seneleri arasında yaşanan bu devir için Yılmaz Öztuna diyor ki:
"Lâle devri, savaşlardan, ihtilâllerden bunalan İstanbul'un ve onu taklit eden diğer şehirlerin, İbrahim Paşa'nın öncülüğünde hayatın maddi zevklerinden yararlanmak istemesiyle tarif edilebilir."
Ne yazık ki bu devir bir ihtilâlle, hem de bir hamam tellağı, Halil isimli serserinin öncülüğünde başlayan ihtilâlle neticelenir.
Vezir-i Âzam Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa iyi tahsil görmüş; görgülü insanları seven, şiir ve edebiyata aşın derecede meraklı ve bu sahada yetişen insanlara saygı gösteren, onları koruyan bir insandı. "Seyyid Vehbi, Nahifi, Ahmed Neylî, Nedim, Müverrih Raşid, Osman zade Tâib gibi değerli şairler ve kalem sahipleri hep onun himayesine nail olmuşlardı."
Vezir-i Âzam o zamanın en önemli ilim, fikir, edebiyat, sanat adamlarından meydana gelen kalabalık bir heyetle, belirli vakitlerde toplantılar yapıyordu. Tarihe merakından bu konuyu sık sık tartışmaya açıyor, bilgiler genişletiliyordu.
Vezir-i azamın özelliği tek cepheli olmamasıdır; pâdişâha dâmad olmanın verdiği cesareti, aklına, bilgisine olan güveni geniş bir serbest alan sağlıyordu kendisine ve bunu çok iyi kullanıyordu. Sulhcu oluşu, savaş masraflarım ortadan kaldırıyor; ilim ve sanat erbabını memnun etmesi, pâdişâhı eğlendirmesi için gerekli paraları da bazı hayali masrafların kısılmasıyla sağlanıyordu. Bunun için; "Evvela Şam'da bulunan yeniçerileri yoklamaya tabî tutarak mahlûlerini sildirip, sayılarını 750 ye indirdi; ocaklık mukâtasından ipek, gümrük kahve, ağnam ve dahiliye gibi bazı vergileri Şam defterdarlığına, yâni miriye mâl etti..."Bunun gibi daha bir çok yolsuzlukları önleyip devlet gelirlerini arttırması, bu gelirleri de şehirlerin güzelleşmesine, biraz da sefahate harcaması bazılarının rahatsızlığına sebep oldu.
"Daha ziyâde pâdişâh kasırları, sultan sarayları, vükelâ konakları, cami, medrese ve çeşme gibi yapılara taalluk eden inşaat faaliyeti zamanla genişlemiş; sadrâzam, pâdişâhın ve kendisinin hoşuna giden semtlerde binalar yaptırmağa, buraları cami, mektep, köşk, çeşme ve bahçeler ile şenlendirmeğe ehemmiyet vermiştir"
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın imar faaliyetlerinde Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin tesiri olmuştu. Elçilik göreviyle Fransa'ya gönderilen Çelebi, dönüşünde bir sefaretnâme sunmuş, Fransa'nın güzelliklerini anlatmış, Paris'teki güzelliklerin İstanbul'da olmaması Nevşehirli'yi gayrete getirmiş ve hemen kollan sıvamış. Nasıl olsa devlet sulh ve sükûn içerisindedir, birazda dünya nimetleri tadılmalıdır! Paşa, dünyada silinmez izler bırakmaya azimlidir. Kıskançlığı kırbaçlananlar, bu masraflardan dolayı geçim sıkıntısına düşenler, günden güne derinleşen sosyal yaralar paşanın gözüne görünmemektedir.
İstanbul'un en önemli mesire yerlerinden sayılan Sâdâbad cazibesini Nevşehirli'ye borçludur. Eyüb civarındaki "hadaiki sultaniyeden" Karaağaç bahçesine kadar olan sahada, dere kenarı hükümet erkânına tevzi edilmiştir. "Boğaziçi'nin muhtelif yerlerinde, meselâ Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Bebek, Hisarlar, Üsküdar, Çubuklu v.b. kasırlar, yalılar, cami ve çeşmeler ile güzelleştirilmiştir. Şairane isimler ile (mesela, Emrâbâd, Neşâtâbâd, Hümâyunâbâd, Feyzâbâd) anılmaya başlanmış, buralarda devletin ileri gelenleri ile şehrin zenginleri gönül eğlendirmişlerdir.
Refahın adil paylaşılmaması zaman içinde sınıflar arası uçurumu derinleştirince, birilerinin o uçuruma gömülmesini kaçınılmaz hale getirmiş. Bütün yeniliklerde, bahçe düzenlemelerinde Lale'yi unutmak mümkün mü? O senelerin en makbul, en sevilen bitkisi lâledir. Avrupadan çeşitli lâle soğanları getirilerek İstanbul'un gezi mahalleri bunlarla donatılmış. Lâle Devri ya! 239 nev'inden bahsedilen lâlenin fiyatı öyle yükselmiş ki, Mahbub ve Nizei rumani adlı lâleler astronomik bahaya çıkmış. En sonunda çiçekçibaşı İstanbul kadısından Narh koymasını istemiş.

Matbaanın Gelişi

"Nevşehirli'nin, ileride hayatına mal olacak gösterişli israfların" yanında, yine sonradan takdire şayan bir yeniliği Türkiye'ye matbaayı getirmesidir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğlu, Fransa'da gördüğü matbaanın ehemmiyetini kavramış, bunu Nevşehirli'ye anlatmış, bu iş için çırpınan İbrahim Müteferrika'nın da arzusuyla, Türkiye matbaaya kavuşmuştur. Müteferrika'mn evinde kurulan matbaanın bastığı ilk eser Vanlı Mehmed Efendi'rûn telifi olan Sihah i Cevheri isimli lügatin tercümesidir. Bu lügat Van-kulu Lügati diye meşhur olmuştur.
Matbaanın yerleşmesi kolay olmamış; çeşitli mahzurlar ileri sürülmüş, amma netice; yenilikçi görüşün zaferiyle noktalanmıştır.
Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'nın yenilik hareketleri devam ederken, devrin ünlü şairi Nedim en olgun çağını yaşamakta, en güzel şiirlerini söylemektedir. Şehid Ali Paşa diye anılan sadrâzamın zamanında, ona yazdığı kasidelerle aradığım bulamayan Nedim, Nevşehirli sayesinde ikbâl günlerine kavuşmuştur. Pâdişâh tarafından da takdir gören şair "göz alıcı lâle deviri zevklerini yaşıyor ve devrin ruhu olan şaire hediyeler, ihsanlar yağıyordu. Resmî ve özel ziyafetlere, helva sohbetlerine, Çırağan şenliklerine çağrılıyordu."
Padişah III. Sultan Ahmet, tenperest ve zevk u safa düşkünüdür. Sarayı kadınlarla doludur. Cariyelerinin sayısına bakmadık; 'kadınları' diye Çağatay Uluçay'ın tesbit ettikleri şunlardır: 1- Emetullah Kadın; Başkadını, 2- Ayşe Kadın; 3- Emine Kadın, 4- Fatma Kadın, 5- Gül¬sen Kadın, 6- Hatice Kadın, 7- Hurrem Kadm, 8- Meyli Kadın, 9- Mihrişah Kadın, 10-Nazife Kadın, 11- Nejat Kadın, 12-Rukiye Kadın, 13- Sadık Kadın, 14- Ümmügülsüm Kadın, 15- Zeynep Kadın, 16-Hanife Kadın, 17- Şermi Kadın...
Padişah bütün kadınlarım huzurlu kılmak için çaba sarf ederken, Nevşehirli İbrahim Paşa'nın üstlendiği vazife daha zordu. Bütün bu kadınları incitmeden velinimeti ve kayınbabası olan padişahı eğlendirecek, herkesin gözüne girecek; bunun için çabalıyordu:
İstanbul’da esen hava iki türlüdür: Biri imkânı olupta yaşayabilen üst sınıf için tepeden tırnağa zevk ve eğlence, diğeri, bunlara hazırlanan imkânların yükünü çekmeğe mahkûm alt sınıf... İkisi de sürüklendiği yere kadar gidecek, ama bir yerde geçit vermez bir dağa çarpılacaktır.
Lüks ve sefâhata bulaşan zenginlerin ve devletlûlerin hanımları eğlence yerlerine çok rağbet etmekte, hayatın tadını çıkarmada erkeklerle yarışmaktaydılar. Kendilerini Avrupai yaşayışa kaptıran bu kadınlar, giyim kuşamlarımda geleneklerin dışına taşırınca, haklarında bir ferman yayınlanır. Ahmed Kabaklı'nın Türk Edebiyatı kitabından aktarıyoruz. Sadeleştirilmiş haliyle.
"Allah her türlü belâ ve afetten korusun, İstanbul, Osmanlı ülkelerinin yüzsuyudur. Ahâlisinin tabaka tabaka tesbit edilmiş esvapları vardır. Hal böyle iken bazı yaramaz avretler, halkı baştan çıkarmak kastı ile sokaklarda süslü püslü gezmeğe, libaslarında türlü yenilikler göstermeğe, kefere avretlerini taklid ederek başlıklarında acaip şekiller yapmağa başlamışlardır."
"Irz ehli ve ismet sahibi kadınlar dahi kocalarını, kendilerine, bu yeni çıktı elbiseleri yaptırmak için zorlamakta imiş. Kadınlar, bundan sonra büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklar, feracelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit kullanmayacaklar. Sokak veya mesirelerde yeni çıkma feracelerle görülürlerse, feracelerinin yakaları, o anda alenen kesilecektir."
Bu fermandan da açıkça belli olduğu gibi yeni bir sosyete türemiş, yeni bir hayatı alabildiğine yaşamakta. Nedim de şiirlerini bu atmosferde yazmaktadır. Dilimiz varmıyor amma, bütün bunlar şarap kadehlerinin arkasında yaşanmakta; bu sayede üzüntü verici hadiselerin üstü sarhoşluk salıyla örtülmekte idi. İşte havaya uygun; Nedimce mısralar:

Ayağın sakınarak basma aman sultanım
Dökülen mey, kırılan şişe-i rindân olsun

Sâdâbadda kayık safasından ilham alan mısralar:

Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım
Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde

Ve Lâle Devri için fazla uzağa gitmeğe lüzum bırakmayan o günleri bize şerheden bir Gazel'i:

Ben kimseye açılmaz idim dâmenin olsam
Kim görür idi sineni, pîrâhenin olsam.
Daim arayan bulsa civanım seni bende
Bir gonca gül olsanda senin gülşenin olsam.
Destide, kadehte doyamam görmeğe, bari
Ey gevher-i şeffaf, senin mahzenin olsam.
Döğülmeğe, söğülmeğe, kağulmağa billâh
Hep kaalim amma ki efendim senin olsam.
Çeşmânının öğrensem o kâfirce nigâhın
Bir lâhza Nedim-i nigehi per ferin olsam.

Şairdir, abartır; şiirdir sınır tanımaz, amma; illaki çağının, yaşanan hayatın aynasıdır.

Zelzele ve Yangın

Anlatılan lüks, israf, çılgınlık, ilim, kültür, eğlence hayatı kesintisiz devam ediyor değildi. 25 Mayıs 1719'da, İstanbul, İzmit ve Karamürsel şiddetli bir depremle sallandı. İstanbul'da pek çok bina ve şehir suru baştanbaşa yıkıldı. İzmit'te bir hayli bina harab oldu. Karamürsel'de epey tahribat meydana geldi. Şehrin imarına olağanüstü ehemmiyet veren vezir-i âzam depremin zararını telafi etmekte gecikmedi.
Depremden iki ay kadar sonra Gedikpaşa'da çıkan yangın birçok sarayın kül olmasına yol açtı.

Hayret Verici Bir Olay

Aynı sıralarda enteresan sayılacak bir hâdise yaşandı. Belki bugünkü bazı kişilere örnek olur, ibret olur diye Hammer'den aktarıyoruz: "... Ayasofya Camii Vaizi Şeyh İspirizâde, Dad harfinin telâffuzuna Araplarınkine benzeyen bir yenilik getirdiği için Şeyhülislâm tarafından şiddetli azarlandı!"

Düğün Merasimleri

Lâle Devri eğlencelerinin dışında, geleneksel olan iki eğlenceden bahsedeceğiz. Biri evlilik, diğeri sünnet düğünleri. Sultan Ahmed'in üç kızından biri Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa ile biri Nişancı Mustafa Paşa ile biri de Rakka Valisi Ali Paşa ile evlendi. Ayrıca İkinci Mustafa'nın iki kızı da iki paşayla evlendirildi. Padişahın dört oğlunun sünnet düğünü de bu arada yapıldı. Bu sultan ve şehzadelere ait merasimler film içinde film gibiydi. Yaşanmakta olan çılgın eğlencelere ayrı bir boyut getirmişti.
Pâdişâhın eşi çok olduğu için evladı da çoktu.
Düğünlerin devamı müddetince mutbaktan Halil müfettiş seçildi. Sultan Ahmed'in emriyle, sünnet olan dört şehzade için ve ayrıca diğer kırk oğlu için şekerleme bahçeler yapılacaktı. Hurma ağaçlarından yapılacak bu bahçelerden sünnet olanlara ait hurmaların yüksekliği diğerlerinden fazla olacak. Bahçe ile alâkalı teferruat çok fazla, biz aktarma lüzumu görmüyoruz. Lafların dönüp dolaştığı konu aynı; şekerleme, hurma vesaire.
Şimdi düğünlerde yenmesi için etraf kazalardan getirtilen gıdalara bakalım: 7.900 tavuk, 1450 hindi, 3.000 piliç, 2.000 güvercin, 1.000 ördek...
Tören alanının aydınlanması için 5.000 lamba, ayrıca o günün tekniği ile yapılabilen, yarım ay şeklinde ateş böceği gibi yanıp sönen bin lamba... Hepsini sıralamak istemediğimiz bir yığın lüzumsuz gibi görünen şeyler, şeyler. O günün adetlerine göre müsrif bir padişahın yapabileceği ne varsa hepsi... ama bakıyoruz, bütün bunlar dört şehzadeyle beraber sünnet olacak 5.000 çocuk için yapılmakta; biraz yüreğimiz ferahlıyor.

Düğünler eğlenceye eğlence katarak devam ediyor, Şark'ta Havalar Bulanıyor.

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın da rahatını bozacak hâdiseler cereyan etmeye başlamış; İran'daki Safevî hâkimiyeti Efgan Türkleri tarafından sallanmaktaydı. Dengeler bozuluyor, Efganlılar İran'ın önemli şehirlerini teslim alıyorlar, Türkiye ile sınır münasebeti olduğu için dikkatle takibi gerekiyordu.
İbrahim Paşa üç cephede savaş açtı. Tez zamanda fethedilen, İran'ın bazı şehirlerinin anahtarları pâdişâha takdim edildi. Tiflis, Gori, Hay, Hemedan, Erivan, bu seferin kazandırdığı şehirlerdir. 23 Temmuz 1723'ten 3 Ekim 1724'e kadar yapılan savaşlarla kazanılan bu şehirler, savaştan iyice soğumuş bulunan askerler için de bir ısınma hareketi olmuştu ve tabiî Erzurum Beylerbeyi Silahtar İbrahim Paşa, Van Valisi Köprülü zade Abdullah Paşa, Azerbaycan ve Bağdad Valisi Hasan Paşa takdir edileceklerdi. Hak etmeyene bir şey verilmez, ağır davranan Silahdar İbrahim Paşa yerini kaybetmiş, yerine gelen Arifi Ahmed Paşa görevi tamamlamış, teşekkürü o almıştır.

İlmî ve Fikrî Hareketler

Hatırlardan hiç çıkmayan neticenin dayanağı, İstanbul'da yaşanan lüks ve israf, alışılmamış eğlence hayatı idi, diğer hareketler bunun gölgesinde kalmıştı. Hâlbuki Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kocaman bir beyni vardı. Esas olarak onun tatminine de çaba sarf ediyordu. Paşa'nın bu tarafını, sadece teşkil ettiği ilim hey¬tinin isimlerine dokunmak bile, biraz gösterebilir.
Eski İstanbul Kadısı Mehmed Selim Efendi; bu şahıs Tezkirel-üş-Şuara sahibidir. İshak Efendi ki ileride Şeyhülislâm olacaktır. Sabık Şam Kadısı Medhî, sabık Halep Kadısı İlmî, Sabık Selanik Kadısı Mestcizâde Abdullah, ulemadan Razî Abdüllatif, Kara Halilzâde Mehmed Said; bu zat da ileride şeyhülislâm olacak. Eski İzmir Kadısı Meylî Ahmed, Seyyid Vehbi, Nedim Ahmed, Tarihçi Küçük Çelebizâde İsmail Asım, tezkireci Şerif Halil, İzzet Ali Bey, Afvî Mehmed Bey, Rumeli kazaskerlerinden Şeyhi Mustafa Efendi ve Hacı Çelebi. Fetva Emini Ömer Efendi, Galata marullerinden Mustafa Efendi, Süleymaniye Şeyhi Arab Hasan Efendi, Fatih Camii Şeyhi Ali Efendi, Müderris Yekçeşim İsmail Efendi, Recepzâde Ahmed Efendi, Turşucuzâde Efendi, Darandeli Mehmed Efendi, Arabzâde Salih Efendi, Şamlı Ahmed Efendi, Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi, Yanyal, Esat Efendi, Şakir Hüseyin Bey, Razi Efendizâde.
İçlerinde meşhur olmuş isimler yoksa bile, bir gün bir yerde meraklısının karşısına çıkabilir düşüncesiyle tek tek isimleri sıraladık. Bilinmeseler de, bu in-sanlar o zamanın en yetkinleriydi. Belirli zamanlarda yapılan toplantılarla beyin jimnastiği, çeşitli dallarda tartışmalar, meşhur ve lüzumlu eserlerin tercümeleriyle ilgili, tekliflerle ilgili beceriler sergilenirdi.
Adına sonradan "Lâle Devri" denen Nevşehirli dönemi aslında çok yönlü geçmekteydi. "Anadolu, Mısır ve Kırım'la ilgili asayiş tedbirleri" ihmal edilmeden alınıyor, Batıyla sulh içinde yaşanıyordu. İran'da fetihler de devam ediyor. 1730 senesine böylece gelindi.

İran'a Savaş İlanı

Efganlı Eşref Şah ve Osmanlı Devleti tarafından uğradığı kayıpların telâfisi için savaşan Nadir Şah, galibiyetle Efganlı Eşref Şah'dan topraklarım geri aldı. Safevi saltanatını yeniden kurdu. İstanbul'a gönderdiği elçi ile de Osmanlı işgalindeki topraklarının iadesini istedi ve hemen taarruza geçti. "Safevi ordusunun hareketine karşı koyması gereken Hemedan Muhafızı Abdurrahman Paşa askerini bırakıp kaçtı ve orası sükût etti. Bu durum İstanbul'da sefahat tarlasına düşen bir yıldırım oldu. Nevşehirli'nin topladığı "Fevkalâde meclis"te Seferi Hümâyun açılmasına karar verildi.
Seferi Hümâyun denince ordunun başında pâdişâhın bulunması lâzım ya; Sultan III. Ahmed İstanbul'dan ayrılmak istememiş. Nevşehirli, asker arasında "Hadise-i mekrûhe" şiddetli huzursuzluk olacağını anlatarak pâdişâhı Üsküdara geçirmeye zorla ikna edebilmiş.
Üçüncü Ahmed'in sefere çıkmak istemediği halk arasında konuşulmaya başlamıştı. Şehir halkı zaten senelerdir huzursuzluk içerisinde, padişahtan ve damadı vezir-i azamdan ümidi kesmiştiler. Yeniçeri Ocağı cadı kazanı gibi kaynıyordu. İmparatorluğun her tarafında adı deftere yazılı olup kendisi görünmediği için defterden silinen Yeniçeriler Nevşehirli'den nefret ediyorlardı.
Orduyla alâkası kesilip esnaflık yap¬maya başlayan yeniçeriler halkı isyana teşvik ediyorlardı. Göreve devam eden yeniçerilerin çoğu vezir-i azamın Fransa'dan mütehassıslar getirip, Üsküdar'da bir kışla kurdurup, yeni askerlerin orada talime başlamasını kendi hayatlarının sonu sayıyor; bu yüzden işin önüne erken geçmeyi tasarlıyorlardı.
Sancağı şerifi alıp Üsküdar'a geçen Sultan Ahmed, vilayetlere birer yazı göndererek sefere çıkacağını ilân eder. Yapılan hareketler an'ı kurtarmak içindir, ne pâdişâhın niyeti vardır sefere, ne vezir-i âzamın. Üsküdar'da vakit geçirilirken boşalan İstanbul'da fitne ateşi alevlenmektedir.
Ayaklanmayı tertip edenlerden şeyhülislâma kâğıt gelmişti; bunlar yarı açık yarı imâ ile "Biz Mahmud-ül hısal bir pâdişâh isteriz" diye Şehzade Mahmud'u işaret ediyorlardı.
Daha önceki pâdişâhlar da görmüştük; ayaklanmalar ekseri ayaklananlar lehine neticeleniyordu. Hatta vezir-i âzamlar, isyancılara muhatap olan pâdişâha "Kul kısmı istediğini ala gelmiştir; siz de âdete uyun, istedikleri kelleleri verin Hünkarım" diyorlardı. Bu sefer biraz farklı, hem vezir-i âzam hem de pâdişâh hedefte, ikisinin de birbirini kurtarma şansı görünmüyor!

Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1730)

III. Sultan Ahmed Vezir-i âzam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın hazırladığı sâdâbad eğlencelerinde Nedim'in

Gezermiş kasrın etrafında yer yer taze mehnûlar
Mükâhhal gözlü, şirin sözlü, leyli yüzlü ahular
Heman alkış sedasın andırırmış çağlayan sular
İderlermiş duasın padişah mâdeletkârın...

Şiiriyle kendinden geçerken, şerefâbada gitmek için vakit ayırmaya çalışıyordu. Eğlence yeri çoktu; hepsinde de padişahın varlığı arzu ediliyordu. Onun için Nedim

Hangi gün teşrif ider şahım deyû can atmada
Gel şerafâbadı gör şevketli hünkarım hele...

diyor, pâdişâh ta mübarek bedenini esirgemiyordu. Onlar bu eğlencelerde, her şeyi israf ederlerken, birileri de bu devrana son vermenin hesabını yapıyordu.
İsyancı başının Patrona Halil olduğu yazılıdır kitaplarda ve bazı arkadaşlarının adları, kimlikleri sıralıdır. Bunların belli başlıları şunlar: Birinci isim Patrona Halil Hurpişteli bir Arnavud'dur, arkadaşı Muslubeşe Rusçuk kazasının Karalar köyünden olup aslen Ulah imiş. Diğerleri, Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, cebecilerden Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail isimli şahıslardı"
Halil irikıyım bir dellaktı. Bâyezid hamamında çalışırken peştemalı atıp yalınayakla sokağa fırlamıştır, yanında Muslu olduğu halde, ellerinde hançerle gören Hollanda'lı bir ressam, resimlerini çizmiş, yalınayakları ile tarihi bir vesika olarak duruyor.
İ.H. Danişmend Abdi Tarihi'ne göre, diyor, bu "Eşkiyâ" hemen kamilen Arnavud, Boşnak, Çingene, Bulgar, Yahudi, Rum, Ermeni, Laz, Acem, ve Kürt “Erazil-ü esâfil”inden mürekkeptir.
İsyan bayrağının açıldığını haber alan pâdişâh, gece Üsküdar'dan, devlet erkânıyla beraber Topkapı Sarayı'na geçerse de saray muhafızları dağılmış olduğundan kendisini koruyacak kimseyi bulamaz.
Çarşılarda hiçbir dükkân açılmamış, ehli namus evlerinde, olacakları merakla beklerken hapishaneler boşalmış, zengin evleri, devletlilerin konakları, sarayları yağmalanmaya başlanmış... Yine önceleri seyrettiğimiz filmlerden hatırladığımız sahneler... Belki de çoğunun Cenabı Allahla arası hiç hoş değildir amma moda deyimdir "Şer ile davamız var" deyip halkı da isyanın içine çekmeye çalışırlar. Geniş olarak tarih kitaplarına geçen, bu isimle Romanı yazılan olayın özetini vermeye çalışıyoruz. Yazarken de, kalemimiz hiçbir haz duymuyor, pâdişâh bizimdir, devlet bizimdir, tarih bizimdir...
Âsiler, pâdişâhın yaşayışından memnun değildir ya, bunda başkaları kusurlu bulunur, onların bertaraf edilmesi istenir. Belki de ilk adımın böyle atılması, isyan yasasına! daha uygundur!
Saraya gönderilen haberde, derler ki:
— "Pâdişâhımızdan her veçhile hoşnuduz; lakin devletlerine zarar ve hıyanetleri olan dört kişiyi iki saate kadar bize takdim edin" sonrada haseki ile yekûnu otuz yedi kişiyi bulan isim listesini pâdişâha gönderdiler."
İlk istenenler Vezir-i âzam Damad İbrahim Paşa ve Paşa'nın damadları olan, Kaymak Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdası Mehmed Paşa, bir de Şeyhülislâm Abdullah Efendi.
Herkes canının derdinde, tabiî ki Şeyhülislâm da! Daha önce kendisine "Biz Mahmüd-ül hısal bir pâdişâh isteriz" yazılı kağıt gönderildiğini hatırlatıp, "Asilerin maksadı Şehzade Mahmudu hükümdar yapmaktır, niçin uzun düşünürsünüz" demiş.
Vezir-i âzam "ben ölüm eri olmuşumdur; lâkin velinimetimin hal edilmemesine çare düşünelim" derken, velinimeti onu gözden çıkarmıştı. Pâdişâh, âsilerin istediğini alacağına inanıyordu. Bir iyilik yaparak vezir-i azamı ve damadı olan Nevşehirli'yi damatlarıyla beraber asilere diri diri teslim etmeyip, öküz arabasıyla cesetlerini gönderdi. Sultan Ahmed tahtını kurtarmaya çalışıyordu, İspiri zade Ayasofya vaizidir, aklı başında adamdır, boş konuşmaz, Nevşehirli İbrahim Paşa'yı çekemeyenlerdendir; belki bu yüzden padişaha da içinde bir miktar hoş olmayan hisler vardır. Sultan Ahmed'e der ki:
— "Pâdişâhım siz saltanattan çekilmedikçe bu kıyamın dağılması muhaldir" Hoca Efendi haklı. Âsiler kendisine karşı ayaklandıkları pâdişâhı tahtta bırakırlarsa, biraz sonra başlarına nelerin geleceğini bilirler.
Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan kapısına bir at yaklaşıyordu; kuyruğuna bir ip bağlanmış; ipin diğer ucu bir cesedin boğazında. Padişahın, sağ olarak teslime yüreği el vermediği İbrahim Paşa'nın âsilerce reddidir bu. Ve asilerin yükselen sesi.
— "Pâdişâhımız İbrahim Paşa'yı saklayıp kürkçü Manol'u ona feda eylemiş. Halife olan pâdişâha böyle yalan yakışır mı?"
Pâdişâha en has adamını öldürmeyi yakıştıranlar, bu durumda yalanı yakıştıramıyor. Buna pâdişâh inanacak değil ya; anlıyor vaziyeti. Yeni tayin edilen vezir-i azamı, Anadolu ve Rumeli Kazaskerini çağırıp, niyetini söylüyor. "Bu kadar zamandan beri İbrahim Paşa'nın şahsı herkesçe malûm iken âsilerin bundan kasıtları benim saltanatımı istemedikleri aşikârdır benim dahi tabiatımda saltanata ve hilâfete fütur gelmiştir..."
İhtilâlcilerin oyununu pâdişâhın anlaması normaldi. Öncesini hiç saymasak bile, 12 senelik sadrâzamı cesedinden tanımamaları mümkün olmayan güruh, "bize yanlış ceset gönderdin" diyerek, hikâyedeki Kurt rolünü oynuyorlardı. Hani suyun alt yanındaki kuzuya kurt "suyumu bulandırıyorsun" diyordu ya. Şimdi de ihtilalciler pâdişâha, atın kuyruğuna bağladıkları Nevşehirli İbrahim Paşa'nın cesedi için "Bu o değil, Kürkçü Manol" diyorlar.
III. Ahmed kendisinin ve evlatlarının canına dokunulmaması için garanti aldıktan sonra yeğeni Şehzade Mahmud'u yanına getirtip alnından öper, yeğende amcasının elinden öper ve hemen biat edilir. Sultan Ahmed saltanatı teslim ettiği yeğenine nasihatinde, derki:
— "Vezirine teslim olma; dâima ahvâlini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalemi düruğlarına asla itimad etme; merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; kendin gör, ele itimat eyleme; işte benim ahvalim sana nasihat için kafidir. Oğlum; baban -İkinci Mustafa- devlet işlerini Feyzullah Efendi'ye ve ben vezir-i azama bıraktığımızdan bu hâller başımıza geldi. Sen bizzat idareyi eline al."
Sultan Ahmed daha önce oğlu Süleyman'dan benzeri sözler dinlemişti. Demişti ki Süleyman, Vezir-i âzam Nevşehirli için, "Şevketlû peder, bu vezirin cümle umur-ı devleti kendi dairesine mahsur etmesi, hem kendisine, hem şevketlû pâdişıhıma, hem bize (hanedana) hem Devleti Aliye'ye yazık eder; zira padişahlara ve vezirlere layık olan, esbab-ı şecaat ve âlat-ı mehabet olup, gayyurlara ve yiğitlere ashâb-ı maariften pak tiynet ulemaya rağbettir; yoksa bunlar terk olunup levh-ü hevâ ile meşgul olmak ne demektir?"
III. Ahmet, Nevşehirli İbrahim Paşa eliyle, İstanbul'un güzelleşmesinde önemli adımlar atmıştı. Kendi adıyla anılan Ayasofya’daki çeşme güzelliğiyle dillere destandır. Tahtı, Sebkati ve Necib mahlâsıyla şiirler yazan yeğenine bırakan Sultan Üçüncü Ahmed 57 yaşında ve 27 senedir padişahtı. Altı sene sonra hayata veda etti (13.06.1736) Çoğu küçük yaşta ölen çocuklarından geriye kalan Üçüncü Mustafa ve Birinci Abdülhâmid pâdişâh oldu.

Sultan Ahmet Dönemi Özetlenirse?

Tekrar söylendiği gibi, Lâle'siyle, eğlencesiyle öne çıkan ve bir ihtilalle karartılan devir, gözden kaçan savaş ve barışıyla daha önemlidir. Yavaş yavaş sınırları daralıp kabuğuna çekilmeye başlayan devlet, yapılan akıllı anlaşmalarla kavuştuğu sulh dönemini iyi değerlendirmiştir.
"Yirmiyedi yıl devam etmiş olan Üçüncü Ahmed'in saltanatı dönemi, Osmanlıların başarılı ve azametli dönemlerinden biridir." Barış anlaşmalarıyla Azak, Mora ve İran'ın bir kısmı alınmış oldu.
Başlangıçta düzen tutturamayıp on-beş senede onüç sadrazamla çalıştıktan sonra mührü hümâyunu verdiği damadı Nevşehirli'yle sonuna kadar gitti ve bütün güzellikler onun siyasetiyle vücut buldu.
Bir yerde gözden kaçan dengeler yine Nevşehirli'nin hatası sayılabilirse, bu hatanın cezasını canı ile ödedi. Bu dönemi süsleyen eserlerin bir kısmı yangından, depremden beter ihtilâlciler tarafından harab edilmesine rağmen, kalanların şehâdeti kâfi... Sayfiyelerin cazibesi, camilerin ihtişamı, matbaanın bastığı kitaplar o günleri anlatmaya çalışıyor...
Gönlümüz dörtbaşı mamur bir pâdişâh isterdi; Sultan Ahmed bu isteğe tam uymadı. Onu, düşüncemize ters yanlarıyla mahkum edebiliriz, istersek dünya ahvalini gözden geçirip, muasırı olan devlet başkanlarından geri kalmadığım görüp, hatta fazlalığı olduğunu bile söyleyebiliriz. Devletin iyice yaşlandığı, bu yaşlılığın tecrübe kazandırmadan fazla, bir ağaç gibi çürüme yönünde temayüz ettiği hatırlanırsa, Sultan Ahmed için kinlenmek gerekmez.
Kendisi için "tenperver" deniyormuş. Doğrudur. Şair de deniyordu. Birincisiyle ilgili belgemiz yok ama ikincisini ispatlayan birkaç mısra var elimizde.

Hayalî rûyi dilber cismi zarımda nihânımdır
O dilcûnun şitâbı sû gibi gözde revûnımdır

Bu mısralar Nevşehirli İbrahim Paşa'nın gazeline nazireydi.

Aşağıdaki mısralar kendi gazelinden örnektir. Son mısralar...

Nazire söylemek mümkün değil bu matla'ı hûbe
Suhan pervaz olan ol âsafı devri zamanımdır

Tenezzül eylemez ziynet sarayı dehre aşıklar
Hümâ pervazı aşka cây-ı süfli aşiyan olmaz

osmangazi1

(IMG:http://img151.imageshack.us/img151/8030/padisahlarla3.jpg)


GİRİŞ


Osmanlı Söğüt'e gelmeden önce Anadolu'nun durumu şöyledir; 1071 tarihinden sonra Türkler Anadolu'yu yurt edinmeye başlamıştır. Saltuklu Beyliği Erzurum ve çevresinde, Mengücek Beyliği Erzincan havalisinde yerleştiler. Onları takiben Danişmendliler, Artuklular, Sakmenliler, Anadolu'yu Türk vatanı haline getirdiler. Bu arada diğer bölgelere de Türkler yerleşmeye devam ediyor, İzmir'de Çaka Bey devletini kuruyordu.
Bu arada birçok Türk beyliğine ağabeylik yapan Selçuklu Devleti'nin temelleri Konya'da atılıyordu.
Konumuz olan Osmanlı'nın nereden geldiğine bakalım. Beylikler ve devletler genelde kurucularının adıyla anılır ve mutlaka Oğuz Han'a dayanan bir şecereye sahip olunur.
"Oğuz Han'ın en büyük oğlu Gün Han, bunun oğullarından birinin adı da Kayı'dır. Kayı 20 yıl hükümdarlık etmiş ve nesli de uzun zaman bu makamda kalmıştır. İşte, Kayı'lara 24 boy arasında en şerefli mevkiin verilmesi buradan gelmektedir."
"İlk defa Ceyhun'u geçerek, Merv ve Serahs hudutlarında yaşamaya başlayan mühim bir Oğuz kütlesine Kayı boyundan Korkut Bey öncülük ediyordu. Tuğrul Bey bu Korkut'un avcıbaşısı olup, kazandığı bazı muvaffakiyetler ile 40.000' e yakın atlı çıkaran bu Oğuz kütlesini başına toplayarak, Selçuklu Devleti'ni kurmuştur."


Söğüt'e gelişin kısa hikâyesi;
Moğol zulmünden kaçan Kayı, Süleyman Şah'ın öncülüğünde Erzincan-Ahlat civarına yerleşirler. Cengiz Han'ın ölümünden sonra (1227) vatanlarına dönmek istediler. Nüfusları 50.000'e yakındı ve vatan hasreti ile yanıyorlardı. Yollara düştüler önlerine Fırat Nehri çıktı. Süleyman Şah bu suda can verdi, (bir rivayete göre de atı yardan düştü) Süleyman Şah'ın cesedi sudan çıkarılıp Caber Kalesi'nin önüne defnedildi. İşte burası bundan sonra Türk Mezarı olarak anılmıştır.
Süleyman Şah'ın ölümü fikirlerin parçalanıp değişmesine yol açtı. Kayı'nın bir kısmı Suriye'de kaldı. Süleyman Şah'ın oğullarından Sungur Tekin ve Gündoğdu Bey kendilerini takip edenlerle beraber Horasan'a gitti. Ertuğrul ve Dündar Bey ise Anadolu'ya geçmek istediler.
Burada o meşhur hikâyeye geliyor sıra. Ertuğrul Bey süvarileri ile dolaşırken savaşan iki ordu görür. Adalet duygusu zayıf olanı korumasını emreder ve o da zayıf tarafa yardım eder. Netice, Selçuk ordusunun Bizans ordusunu yenmesidir.
Sultan Alaaddin, ordusuna yardım eden bu yiğit insanların liderlerine hediyeler verir. Ermeni Dağlan ile Domaniç'i yaylak, Söğüt ve yanındaki ovayı kışlak olarak Ertuğrul Bey'e armağan eder. Böylece Kayı'nın bir kolu Anadolu Selçuklu Devleti'nin bir uç beyliği olarak Anadolu'da faaliyete başlar.
Söğüt'ün etrafı ateş çemberidir. En yakın komşuları Bizans tekfurları. Mümkün olduğunca barış içinde yıllar gelip geçer.
1258 yılına gelindiğinde Ertuğrul Bey'in üçüncü oğlu Osman dünyaya geldi. Otlar yeşerdi soldu, atlar kulunladı defalarca, keçiler koyunlar kuzuladı tekrar tekrar Osman delikanlı oldu. "Osmancık" dediler, "Kara Osman" dediler hep sevdiler. Kabına sığamayan yerinde duramayan Osman sık sık gezintiye çıkıyordu. Bu gezilerinden birinde Şeyh Edebali'nin kızı Mal Hatun'u görüp vuruldu. Şeyh'in evinde gördüğü rüyayı evsahibine anlattı ve o da yorumunu yaptı. Şeyh, Osman'ın kızıyla evlenip evlatlar yetiştireceğini ve nesillerinin bir cihan devleti kuracağını müjdeledi.
Aradan yıllar geçip Ertuğrul Bey yaşlandı ve görevini oğullarından birine devretmeye karar verdi. Silah arkadaşları ile beraber konuşup kendi isteği olan Osman üzerinde karar kıldılar. Bu karardan Osman'ın ağabeyleri Gündüz ve Savcı beylerde memnun oldular.
Böylelikle küçük beylik, kardeşlerin en küçüğü Osman Bey'e devredildi...


OSMAN GAZİ
(1299–1326)

(IMG:http://img219.imageshack.us/img219/2458/01zh4.jpg)

Gazi'lik sıfatı sonradan verilmiş olsa da, milletimiz onu böyle bilir diğer hitap şekilleri iğreti kalır, onun için daha ziyade Osman Gazi demeye çalışılacak. Osman Gazi’nin fizikî özelliklerini anlatanlar "Uzuna yakın orta boylu, geniş göğüslü, yuvarlak çehreli, değirmi sakallı, bedenî yapısı ata binmeye elverişli, kolları uzun"du diyorlar. Daha da uzayan bu tarifte Peygamber Efendimize benzetilme merakı görülüyor.
Babası gibi Osman Gazi de Selçuklu Sultanı'na bağlılıkta kusur göstermedi. Diğer Beylikler zaman zaman Selçuk Sultanı'na müşkilat çıkartırken, o sadece Tekfurlarla ve Bizansla uğraşmayı yeğledi. Babası Ertuğrul Bey 1281'de öldü; aynı sene Orhan Gazi dünyaya geldi. Ve Osman Gazi babasının emanetçisi gibi yürüttüğü Beyliğin asıl sahibi oldu.
Ertuğrul Bey'in oğluna bıraktığı miras, bilinen yayla ve kışlık mekânlar ve emsalsiz silah arkadaşlarıdır. Bunlardan bazıları Konur Alp, Aykut Alp, Samsa Çavuş, Akça Koca, Gazi Abdurrahman gibi hâlâ hafızalarda yaşayan kahramanlardır.
Osman Gazi, arkadaşlarıyla beraber etrafa güven saçıyordu. Etraf ve beyliklerine yayılan iyi namı, oralardan küme küme inşaların Söğüt'e akmasını sağladı. Gelenler de Kayı Boyu mensuplarıydı. Değişik bölgelere yerleştirilmişlerdi. Şimdi birlik temin ediliyordu. Bundan sonra Osman Gazî'nin nâmı yayılacak, insanların geçim seviyesi yükselecek, sıkıntı içinde çırpınan nice cengâver ve ailesi koşup gelecek...
Olur olmaz kavga yapılacak diye bir-şey yok. Asıl amaç etraf tekfurlarıyla da iyi münasebetler içinde yaşamaktır. Osman Gazi'ye şu sözü söylerken hedefini çizmiştir. "Davamız kuru cihangirlik davası değildir." Bu söze uygun hareket düsturudur. Osman Gazi’nin, görelim hâline bırakılacak mı?

İnegöl Tekfuru İle İlk Kavga
Ertuğrul Gazi zamanında başlatılan ve mecburen sürdürülen bir gelenek vardı. Her yaz yaylaya çıkılır, orada yağ, peynir, bal, reçel yani bütün yiyecekler hazırlanır. Çadırların hepsi boşaldığı için küçük yurtları korumasız kalırdı. Ellerindeki eşyaları yaylaya kadar götürmek zahmetli, olduğu yerde bırakmak tehlikeli idi. Bilecik Tekfuru'yla anlaşmışlar, eşyaları öküz arabalarına yüklenip, kadınlar tarafından kaleye gönderilirdi. Aylarca Bilecik Kalesi'nde muhafaza edilen eşyaların hatırına, dönüşte, yaylada hazırlanan kışlık nevalelerden hediyeler getirilirdi. Böylece iki taraf da durumdan kârlı çıkmış sayılırdı.
Fakat bu yayla yolculuklarında İnegöl Tekfuru'yla vuruşmalar oluyordu. İki tarafın da zararına olan geçimsizliğin çaresi bulunamıyordu. Osman Gazi aşiretini yaşatmak zorunda olduğu için vazifesini yapıyor, Tekfur yarınların korkusuyla, şimdiden tedbirli olmak istiyordu. O anlamış ki bu işin sonu kendisi için hayra alâmet değil. Hırçınlığı ondan.

Ermeni Derbendi Savaşı
İnegöl Tekfuru Aya Nikola komşu Tekfurları yanma çağırdı, "Şu Türkler'in hayatına bir son verelim; sana yardımcı olur; eğer bunlar böyle gelişirse bizim sonumuz yalandır" dedi. Hepsi anlaştılar Osman Gazi ve adamları tuzağa düşürülecekti. Bilecik Tekfuru Osman Gazi'nin mertliğini, yiğitliğini, dürüstlüğünü takdir ederdi, böyle bir hileye getirilmesine gönlü razı olmadı. Vaziyeti bildirmeyi vazife sayan Tekfur Söğüd'e kadar gelip tuzağı anlattı.
Osman Gazi için İnegöl Hisan'nı zaptetmek şart oldu fakat bu sefer de Tekfur vaziyetten haberdar edilmişti. Kurulan plandan vazgeçildi. Ermenibeli denilen yerde iki tarafın karşılaşması, orada savaşılması kaderde varmış. Çarpışma kanlı geçti. Osman Gazi'nin yeğeni Bay Koca da şehitler arasmdaydı. Onun ölümüne çok fazla üzüldü. İntikam duygusuna kapıldı.

Kulaca Hisarın Fethi (1285)
Osman Gazi birkaç gün aradan sonra Kulaca Hisarı basarak ahalisini testi aldı. Maiyetinde 300 kişi bulunuyordu. İlk fetih sayılan bu hareket bütün Tekfurlar'ın korkusuna sebep oldu.

İkizce Zaferi (1286)
Osman Bey'e karşı tedbir al Tekfurlar için bir görev olmuştu, Bilecik’le İnegöl arasında bulunan İl mevkiinde yapılan vuruşmada müttefik Tekfur orduları kumandanı öldürüldü fakat, burada da Savcı Bey şehit verildi. Kazanılan zafer yine matemli oldu.

Karaca Hisar'ın Fethi (1288)
Yapılan savaş bir başka savaşır tohumunu atıyordu. Sırada Karaca Hisar var. "Burada gayet büyük bir savaş oldu. Osman Gazi önceki çarpışmalarda, önce yeğenini sonra da ağabeyini kaybetmişti. Karaca Hisar'da Kumandan Kalanoz kâfirinin öldürüldüğünü söylediler; o "O itin karnım yarın, bir yeri eşin it gömün" dedi. Her ne dediyse yaptılar yerin adı İteşeni kaldı."
Osman Gazi zamanını, en yakın tarih kitaplarından okurken gerçekliği tartışılan vak'alara rastlanıyor. Bize hikaye gibi gelen bazı olaylar, daha çok klasik tarihçiler tarafından nakledilmekte Aşıkpaşaoğlu, Solakzâde ve Cihannüma en garip olaylarla doludur. Şimdi nakl çalışacağımız hikâyenin yazan Mehn Neşrî'dir. Kitabını yazdığı tarih 1492. Şöyle diyor Cihannüma yazan Neşri:
"Osman Gazi, Eskişehir’de Ilıca yöresinde pazar kurdurup, etrafın kafiri hafta pazarına gelip ihtiyaçlarını görürlerdi. Germiyan halkından dahi kimesneler gelürdü. Bir defasında Bilecikten pazara kâfirler gelüp yükle bardak getürmüşlerdi. Ve hem Germiyanlı dahi gelmişti. Ve bu Gerrniyanlının birisi bunların bardagun alup hakkın virmeyüb, ol kafir dahi gelüp Osman'a şikayet itti. Osman Gazi ol Germiyan Türküni getürdüb muhkem laf idüb kafirlerim hakkını alıvirdi. Ve dahi yasak idüb çağırtdı kim, kimesne Bilecik keferesine zulm itmiye, şol kadar adi gösterdi ki, hatta Bilecik keferesinin avretleri dahi pazara gelüb pazarlığın kendüler idüb giderdi."
Germiyan Oğullan Beyliği, Merkezi Kütahya'da olan, Bizans ile zaman za¬man savaşan kuvvetli bir Türk birliği idi. Osman Gazi'nin aşiretinden çok kuvvet¬liydi. Devlet teşkilâtı Osman Gazi'den daha önce gelişmişti.
Yine, bir pazardı. Germiyandan bir kişi Osman Gazi'ye gelip "Pazarın bacını bana satın" diyor. Osman Gazi, "Bac ne olur" diye sorunca, cevap: "pazara her kim yük getürse, andan akça alayım"dır. Neşri Tarihi'nden aynen aktarıyorum.
"Osman Gazi eytdi: bire kişi, bu pazara gelenlerde alımun mı var ki bunlardan akça alursun"
Ol kişi eytdi: bu âdetdür. Her vilayette vardır ki, pâdişâh içün her yükden akça alurlar."
Osman eytdi: "bu Tanrı buyruğumudur ve peygamber kavlimidür, yoksa bunu her ilün pâdişâhı kendü mi ihdas ider?" didi.
Ol kişi eytdi. "Evvelden (beri) türe-i sultânidür."
Osman Gazi gazaba gelüb eytdi: "yöri ayruk bu arada turma ki sana ziyanım tokınur. Bir kişi ki, malım kendü eliyle kesb itmiş ola, bana ne borcu var ki raygân akça vire."
Bu sözü Osman Gazi'den halayık işidecek eytdiler. "Ey Han size dahi gerekmezse, bu pazarı bekleyenlere adetdür. Kim bir nesnecik virürler, ta ki bunların dahi emekleri zayi olmıya." Eytdi: "Çünki öyle dirsiz, her kişi ki bir yükü sata, iki akça virsin. Eğer satmaya, hiç nesne virmesün. Ve dahi her kime bir timar virem, biri o timaru anun elinden bilâ-sebeb almıyalar. Ol kişi ölicek oğlına virsünler. Eğer oğlan kiçirek olursa hizmetkârları sefer vaktinde sefere varalar, tâ oğlan sefere yarayınca. Eğer bu kanunı her kim bozsa, ya benüm neslüme bir gayrı kanun öğretse Allah Teâlâ anun dinin ve dünyasını bozsun" didi."
Yine eski kitaplardan biri Osman Gazi'nin Karaca Hisarı fethinden sonrasını şöyle anlatıyor:
"Osman Gazi Karaca Hisarı alınca, şehrin evleri boş kaldı. Germiyan ülkesinden ve başka yerlerden hayli adamlar geldi. Osman Gazi'den ev istediler. Osman Gazi de verdi. Az zamanda mamur oldu. Birçok kiliseleri de cami yaptılar Pazar da kurdular. Halk toplanıp "Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim" dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi. Hallerini ona söylediler. O da gelip Osman Gazi'nin kayınatası Edebâli'ye söyledi. Daha söz bitmeden Osman Gazi geldi. Sorup isteklerini bildi. "Size ne lazımsa onu yapın" dedi. Dursun Fakı: "Hânım! Sultandan izin gerektir" dedi. Osman Gazi dedi ki: "Bu şehri ben kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki, ondan izin alayım! Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp kâfirlerle uğraştım. Eğer O, ben Selçuk Hanedanındanım derse, ben de Gökalp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben ondan önce geldim derse, Süleymanşah dedem de ondan evvel geldi."
"Halk razı oldu. Kadılığı ve hatipliği Dursun Fakı'ya verdi. Cuma hutbesi ili önce Karaca Hisarda okundu. Bayranm namazını orada kıldılar. Bunun tarihi Eylül 1299'dur."

Kuruluş 1299
Bu anlatılanlar bağımsızlık alâmetidir. Bir şahsın kendi adına hutbe okutması, bir başkasına bağlı olmadığı manasına gelir. Osman Gazi artık kendi kendinin Bey'idir.

Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun'un Evlenmeleri (1298)
Bilecik Tekfuru Yarhisar Tekfuru'nun kızıyla evlenecekti. Osman Gazi'yi düğüne davet ettiler. Amaçları, komşuluk hatırı değil, tuzağa düşürüp Osman Gazi'ye suikast düzenlemekti. Harmankaya Tekfuru Osman Gazi'yi seven biri olarak, diğer Tekfurların hilesinden haberdardı ve uyarısını yaptı. Tuzağa karşı tedbir alındı. Kendisini davet etmekle görevli olan Köse Mihâl'e teşekkür eden Osman Gazi, düğün sahiplerine bir sürü koyun gönderdi. Bu düğün hediyesiydi fakat önemli bir şey olduğunu belirten Osman Gazi Köse Mihâl'e:
"Bunu kardeşim hizmet edenlere yedirsin. İnşaallah ben geldiğim vakit hediyemi getiririm. Eğer kardeşime lâyık hediyem yoksa da, bize lâyık olanı hazırladım." diyerek sürprizini ima eder ama Tekfur'un anlaması tabiî ki mümkün değildir. Osman Gazi davetçiliğinden dolayı Mihâl Bey'e pek çok hediyeler verdikten sonra, Tekfur'a haberci olarak gönderirken; "Mihâl Beğ! Git, kardeşime benden çok selam et. İşte şimdi bizde yaylaya göçüyoruz. Kaynanam ve hatunum dahi kardeşimin anası ile tanışmak isterler. Kardeşim de bilir ki, Germiyanoğlu bizimle ne haldedir. Yine kerem etsin. Daima zahmetimizi çeke gelmişlerdir. Bu yıl dahi çeksinler. Anamın ve benim eşyalarımızı Hisara gönderelim."
Osman Gazi'nin haberi Tekfura bildirilir. Tekfur çok sevinir. Osman Gazi'nin dileğini candan kabul eder. Mihâl'i yine gönderir. Osman Gazi'nin gelmesi için bir gün kararlaştırılır ve Osman Gazi: "Bilecik dar yerdir, düğünü orada yapmasm. Çakır Pınarı'nda yapsın." der.
Tekfur, Osman Gazi'nin teklifine uyup düğünü Çakır Pınarı'nda yapmaya hazırlandı. Kararlaştırıldığı gün Osman Gazi öküzlerini yükledi. Her zaman öküz ileten kadınlara verdi. Keçelerin arasına bir hayli adamlar sardılar. Sürdüler. Akşam karanlığında hisara girdiler. Bir iki katar öküz girince, keçe yüklerinden adamlarla yalın kılıçlar döküldü. Kapıcıları paraladılar. Hisarda az adam kalmıştı. Çoğu gitmişlerdi. Hisar fetholundu.
"Bu tarafta, bakalım Osman Gazi neyledi. Bir nice gazileri baş bezleriyle kadın kılığına koydu. Tekfura haber gönderdi: "Bunlan ayrıca bir yerde oturtsunlar ki, kadınlarımız orada ki tekfurları görüp utanmasınlar" dedi. Tekfur bu söze gayet sevindi. "Türkün kadını erkeği elime girdi" dedi.
"Yer hazırladılar. Osman Gazi öküzleri getirenlerle söz etmişti: Onlar hisara girdiği vakit Osman Gazi de tekfuru gelecekti. Akşamleyin geldi. Yani kadınlarını aşikâra getirmediler. Tekfur dahi karşıladı. Büyük saygı ile oturttu."
"Tekfur odasına varmadan Osman Gazi atına bindi. Mihâl dahi bindi. "Hay! Türk kaçtı" dediler. Tekfur sarhoşça idi. Ata binip o dahi Türkün ardına düştü. Osman Gazi geldi. Kaldınk derler bir dere vardır. Bilecik'e yakın yerdedir. Orada durdu. Tekfur dahi oraya varınca boğazı ele verdi. Osman Gazi Tekfurun başını kestirdi. Döndü.
"Sabahleyin Yar Hisar'a indi. Tekfurunu tuttu. Gelini de tuttular. Düğüne gelen halkın ekserisini esir ettiler. Çabucak Durgut Alp'i İnegöl'e saldılar ki, İnegöl tekfuru olan Aynikola işitip kaçmasın. Durgut Alp gidip İnegöl'ü çevirdi. Osman Gazi ne aldıysa Bileciğe getirdi. Ne lazımsa yaptı. Oradan İnegöl'e gelip yağma etti. Gaziler yağmayı işitince hisara doldular. Tekfurunu parça parça ettiler. Çünkü çok Müslümann kırılıp şehid olmasına bu kâfir sebep olmuştu." (A.P., s. 22-23-24 sene 1298)
Tekfur hile düşünüyordu, oldu. Mihâl Beyi'n yardımı, uyarısı ile kurduğu tuzak boşa çıktı ve kendisi Osman Bey'in tuzağına düşmekten kurtulamadı. Tekfur her şeyinden olurken, Osman Bey düğünü manâsız kılmadı, güzel gelini oğlu Orhan'a nikâhlayıp kendisine gelin etti ve bu güzel gelin Nilüfer adı ile Süleyman Paşa ve Murad Hüdavendigar gibi iki yiğit doğurdu.

İnegöl Kalesi'nin Fethi (1298)
Tekfurlar birleşerek Osman Gazi'yi ortadan kaldırmaya çalışırken, onların eline fırsat vermemek gerekiyordu. Turgut Alp'i İnegöl muhasarasına gönderdi, arkasından kendi gitti. Kalenin alınmasında üstün gayreti görülen Turgut Alp Osman Gazi'yi çok sevindirdi. Oraya Turgut ili adı verildi. (Bugünkü Turgutlu)

Selçuklu Devletinin Çöküşü (1299)
Osman Gazi'nin bağımsızlığını hutbe okutarak ilan ettiğini söylemiştik. O bir görüştü. Şimdi bir diğer görüşü takdim ediyoruz. Bu tarihi Osmanlı Devleti'nin kuruluşu zamanı sayanların tezleri şöyle:
Konya'daki Selçuk Devleti İlhanlı hükümdarı Gazan Han tarafından çökertildi. Alâaddin Keykubat esir düşmüş Selçuklu askerlerinin her biri bir tarafa dağılıyordu. Bunlardan Osman Gazi'ye sığınıp, onun yanında savaşmak isteyenler bir hayli fazla idi. Savaşçı askerlerin yanı sıra tecrübeli devlet adamları ve idareciler de Osman Gazi'ye sığınmışlar, böylece Osman Gâzi'nin gücü birden artıvermişti. Dünya hâli, ne zaman ne olacağı bilinemiyor. "Daha dün" denecek kadar kısa bir zaman önce, Ertuğrul Bey'e yurtluk bahşeden devletin Sultanı esir olmuş, askeri, devleti dağılmış, şimdi Selçuklu'nun askerleri Ertuğrul'un oğlunun devletini güçlendirmek için ter dökecektiler... Bu dönemi M. Tayyib Gökbilgin'in İslâm Ansiklopedisi'ne yazdığı makaleden istifade ederek anlatmaya çalışıyoruz:
Osman Bey'in istiklâlim ilân ettiği, bizim devletimizin kuruluş tarihi olarak kutladığımız 1299 senesindeyiz. Daha önceki devir kapanmıştır artık. Osman Gazi daha büyük mesuliyetin yükü altında, kırk bir yaşında sakalı aklarla dolu bir koca, oğlu Orhan Bey civan bir delikanlıdır...
Osman Gazi ve beyleri Moğolların ne yapacağım bilemeden merakla bekliyorlar. Azalmış gücüne rağmen, yinede danışma mercii olan Selçuk devleti bu coğrafyada umumi Türklüğü temsil ediyordu. Şimdi o ocak sönmüş, yeni bir ocak daha gür bir ateşle yanmak görevinde, o ateşin yalazlanması Osman Gazi'nin nefesinden bekleniyor.
Osman Gazi, gazilerin ve beylerin yeni vazifelerini tanzim işiyle uğraşıp, her birini daha ağır mesuliyetlerle tayin etti. Her kaleye bir komutan ve yerleşim merkezlerine kadılar yerleştirdi.
Dünyanın diğer taraflarında da kaynaşmalar eksik değil. Çeşitli sıkıntılar ile herkes şikâyet içinde yaşar idiyse de, Osman Gazi'nin düşmanı daha fazla, yükü daha ağırdı. Sonraki nesile güvenli bir yurt bırakabilmek için çok çaba sarfetmesi gerekiyor, sahip olmaya uğraştığı tarlanın azgın dikenlerini temizlemek kolay olacağa benzemiyordu. Bu azgın dikenler bir sürü Bizans Tekfuru, onların da arkasında koskocaman bir Bizans devleti idi.

(Yar) Yund Hisar'ın Fethi (1301)
Osman Gazi 1301 senesinde Bizans'a bağlı Yund Hisarı aldı. Bir yeri almaktan, fethetmekten daha zor olan mesele onu elde tutabilmekti. İyi komutanlarını fethedilen yerlerin idaresiyle görevlendirirken, oğlu Orhan Bey'e Karaca Hisar ve etrafını, ağabeyi Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İnönü'nü, Hasan Alp'e Yar Hisar (Yund Hisar) ve etrafını, Turgut Alp'e İnegöl'ü vererek onları oralardan sorumlu tuttu.

Yenişehir'in Merkez Yapılması (1301)
Küçük küçük olsa da birçok kalenin fethi Osman Bey'in Beyliği'ni büyütmekteydi. İlk gözağrısı, ilk vatan Söğüt, Beyliğin yönetimi için uygun olmaktan çıktı, yeni bir merkez lüzumu hâsıl oldu. Yenişehir şimdilik idare merkezi olarak kabul edildi. Bundan sonra bütün geçim ve büyüme planlarının yapılacağı yer Yenişehir'dir.

Köprü Hisar'ın Fethi (1302)
Sene 1302 olduğunda Osman Gazi, güvenlik açısından fethini şart saydığı Köprü-Hisara hücumu plânladı. Amcası Dündar Bey'in karşı çıkmasına aldırmadan saldırıp, kaleyi fethetti. Anadolu’da bu olaylar yaşanırken Selçuk devletini yıkan İlhanlı hükümdarı Gazan Han Mısır’da Memlûklarla uğraşmaktaydı. Hayat, savaşmaktan ibaretti. Yüz sene sonra Timur'un söyleyeceği "Bu dünya iki kişiye az" sözü, Osman Gazi için Söğüt ve etrafı iki kişiye az olarak değiştirilebilirdi. Öyle olduğu içindir ki, savaşlar bitmiyordu. Ve Allah Osman Gazi'nin önüne zafer yollarını çok geniş açıyordu.
İlhanlı hükümdarı Gazan Han ölünce, yerine geçen Olcaytu gözünü Anadolu'ya dikmiş, Karamanoğullan Beyliği'ni cezalandırmıştı. Bursa Tekfuru Bizans’la görüşmeler yaparak bu işten karlı çıkmanın yollarını arıyordu. Tekfur, Osman Gazi ile savaşmayı göze alıp, büyük bir kuvvetle hücuma hazırlandı. Onlar da yarın kendilerine yönelecek bir Türk akınını, erkenden, daha çok kuvvetlenmeden bertaraf etmek istiyorlardı.
Fakat Osman Bey en harlı ateş çemberlerinden geçerek gelmiş bu günlere; pişmiş, yanmış, çok şeyler öğrenmiştir. Bizans tehlikesine karşı tedbirlidir. Gerekli yerlerde casuslar istihdam eden Osman Gazi Bizansın hazırlığını haber aldı ve ona göre askerini ayarladı. Koyun Hisarı önünde karşılaşan iki ordu arasında yaman bir savaş başladı. Düşmana göre daha az olan Türk askeri iyi savaşırken Osman Gazi'nin sevgili yeğeni şehit düştü; bu yeğen Gündüz Bey'in oğlu Aydoğdu’dur ve bu olay askerin moralinin bozulmasına sebeptir. Ancak, Osman Gâzi askerini galeyana getirmeyi, sonuçta savaşı kazanmayı bildi. Osman Gazi'ye, daha önce olduğu gibi bir yeğene mal olan bu savaşta pek çok Tekfur da öldürülmüştür.
Osman Gazi'nin her zaferi Bizansın temellerinden bir taş oynatmak gibidir. İmparator, geleceğini garantiye almak için çeşitli tedbirlere başvurma ihtiyacı duyuyordu. Hemşiresi Mariya'yı ilk önce Gazan Han'a nişanlamıştı, onun ölümünden sonra, yerine geçen Olcaytu'ya nişanlayıp, akrabalığı devam ettirmek istedi. Ne kadar desiseler kursa da, talih kuşu Osman Gazi'nin başının üstünde dönüyor, nişanlı Mariya'nın tehditleri Osman Gazi'ye hırs vermekten öte bir işe yaramıyordu. Bizans imparatorunun plânı, oyuna getirerek iki Türk devletini biri birine kırdırmaktı. Hiçbir işe gevşek davranmayan Osman Gazi Bizans imparatorluk merkezine yakın kaleleri fethetmeye devam etti. Bizans iyice titriyordu.

İznik’in Ablukası (1303)
Marmaracık Adası'nın Fethi
Bir patlamayla arzın genişlediği gibi, Osmanlı Beyliği de devamlı genişliyordu. Yapılan hiçbir iş macera olsun diye değildi, gerektiği için yapılıyordu. Yaşanan zamanın icabına göre hareket etmek ancak böyle oluyordu. İznik bu düşünceyle muhasara edildi. Marmaracık Adası bu günlerde fethedildi. Yenişehir güvenliğe alındı.

Tekfurların İttifakı Birçok Kale'nin Fethi (1306)
Bursa Tekfuru Osman Gazi'nin yakıcı nefesini ensesinde hissetmeye başladı. Bundan sonra hiç kimsenin tek başına karşı koyma gücü yoktu. Bursa, Atranos, Madenos, Kete ve Kestel Tekfurları bir toplantı yaptı. Anlaşma sonucu beraberce Osman Gazi'ye karşı savaşa çıktılar.
"Dinbaz Zaferi" adıyla Osman Gazi hanesine yazılan savaş Tekfurlara büyük kayıplar verdirdi. Kestel ve Madenos Tekfurlan'nın maktul düştüğü bu savaşla Kestel, Kete ve Ulubat Kaleleri fethedildi.
Bugün yaşayan bunlardan Kete Tekfuru esir alınıp kendi kalesi önünde idam edildi. Rivayete göre de savaştan sonra ilk Osmanlı-yabancı mukavelesi yapıldı. Buna göre Osman Gazi Ulubat Köprüsü'nü geçmeme sözü verdi. (İ.H.D.)

Köse Mihâl'in Müslüman Oluşu (1313)
Yıl 1313'e geldiğinde Gaziler toplanıp, Osman Bey'e hitaben:
"Ey! Gazi Han, elhamdülillah düşman mağlup ve makhur oldu, bundan sonra vakit kaybedip, hareketsiz kalmak size yakışmaz, her veçhile gazaya meşgul olmanız mâkul ve münâsiptir" diyerek, teşviklerde bulundular. Buna karşılık Osman Bey "Evvela Köse Mihâl'i davet edelim, İslâmı kabul etsin; eğer Müslüman olursa hoş, her nereye derseniz varalım; eğer müslüman olmazsa, evvelâ onun memleketi Harman-Kayayı, etrafı ile birlikte, talan edelim." dedikten sonra, Köse Mihâl çağırıldı, teklif iletildi: O memnuniyetle İslâmı kabul etti. Herkes çok memnundur. Hele de Osman Gazi; sevincini, Mihâl'e hediyeler verip boynuna sarılarak gösterdi. Osman Gazi can yoldaşı Köse Mihâl'in ayrı dinden oluşuna ne kadar üzülüyor idiyse şimdi de o derece memnun kalmıştı. Yaşlanan bedenine adeta gençliği yeniden geldi. Kendisini daha iyi hissetmeye başladı. Mihâl'e "hemen hil'at giydirdiler. Osman Gazi'nin oğlu Orhan'ın yanına verdiler. Karaca Hisarda ikisini beraber bıraktılar." "Bir Gazi daha vardı. Saltuk Alp derlerdi. Onu da beraber koydular. Osman Gazi'nin bir oğlunu da anası ile birlikte Bilecikte bıraktılar." (A.E)
Osman Gazi devraldığı bir avuç toprağı bir vatan yapmak için gecesini gündüzüne katıyor, etraftaki tekfurları teker teker mağlub ederek, halkına zulüm yapmadan itaati altına alıyordu. 1314 senesi geldiğinde büyük hedefe yürümek, Bursa şehrini fethetmek istiyor, onun çarelerini arıyordu. Fakat bazı şeyler arzu ile gayret ile olacak gibi değildir, birazda Allah'ın dilemesi lâzım: Bursa muhasara edilir ama çabalar netice vermez. O, Orhan'ı beklemektedir. Ezelden Bursa fethiyle nişanlanan Orhan Beydir, bunu Osman Gazi bilemez, gaip bilinemez ki. Bilseydi Osman Gazi oğlunun işine hiç el atar mıydı?
Bursa yerinde duradursun; yeni bir sıkıntı meydana gelmişti Osman Gazi için. Germiyan iline İlhanlı hükümdarının yerleştirdiği Çavdar aşireti biraz vahşicedir; Karaca Hisara saldırdılar, orada o gün pazar var. "Orhan Gazi'ye de haber etmişler ki, Tatar pazarı bastı. Orhan Gazi de Eskişehir’de at nallatıyormuş."
"— Bu haberi işitince hemen ata binip sürdü. Dağlar arasında Oynaş Hisarı derler bir viranca hisar vardır. Tatarlarla orada buluştu. Göz açtırmadı. Tatarları yakaladı. Aldıklarını geri verdirdi. Hayli Tatarı tuttu. Karaca Hisara getirdi. Babası gelinceye kadar orada sakladı. Osman Gazi gelince Çavdaroğlunu getirdiler, Osman Gazi dedi ki; "Oğul! Bu zâlim komşudur. Hem de Müslümandır. Kendilerine, beğleriyle birlikte and verelim. Koyuverelim. Varsın memleketlerine gitsin" dedi. Öyle yaptılar. O zamandan ta Yıldırım zamanına kadar düşmanlık olmadı." (A.E, s. 30)
Din gayretiyle beraber kan akrabalığı da Osman Gazi'nin Tatarlara acımasına yeter, onlar da sözlerinde durarak bir daha rahatsızlık vermezler.

Orhan Bey'in Vekil Tayin Edilmesi (1320)
Sene 1320. Osman Gazi artık iyice ihtiyarladı. Yaşı 62'yi bulmuştu. Hayatta iken oğlu Orhan Bey'i kendi yerine vekil tayin etti. Genişleyen toprağa, çoğalan nüfusa hükmetmek için Orhan Bey'in pişmesi lâzımdı ve yeni müesseseler kurulması, yeni idari şekillerin ihdas edilmesi gerekliydi. Müslim-Gayrimüslim hiç kimsenin yönetenlere beddua etmemesi lâzımdı; bu da yapılan her işin Allah'ın rızasına uygunluğuna bağlıydı ve Osman Gazi'nin bütün çabası bu istikametteydi. Yeni teşkilatlar ve müesseseler kurulurken görev verilen gazilerde bu özellikler aranıyordu. Konur Alp, Akça Koca, Samsa Çavuş uç beyi olarak tayin edilirlerken mesuliyetlerinin farkındaydılar. Zaten, o nesilden, vazife alan herkes kendilerini önemli işlerin adamı olarak görüyor, başarılı olmaya mecburiyetleri olduğunu da unutmuyorlardı. Atalarının çok uzaklardan göçtükleri, Anadolu’da yere sağlam basılması gerektiği, geriye dönüşün düşünülemeyecek kadar imkânsızlığı onlara da malûmdu.

Mudanya'nın Fethi (1321)
Gemlik Seferi
Orhan Bey babasının emriyle Mudanya üzerine yürüdü. Kısa zamanda kale fethedildi. Sıra; Gemlik Seferi'ndeydi. Gemlik Seferi'ne kumandan olan kişinin Kara Timurtaş Bey olduğu söylense de İsmail Hami Danişmend'e göre ihtimal dışıdır. Kara Ali Bey olması lâzımdır.

Trakya Akını
1310 senesinde Osman Gazi'nin Rodos Seferi'nden bahseden yabancı kaynaklar mevcutsa da, yerli hiçbir kayıtta böyle bir olay yoktur. (İ.H.D.) Bunu böyle sayarsak, şimdi bahsedeceğimiz hâdise Osmanlı askerinin dışarıya açılan, deniz aşırı giden ilk akımdır. Bu alanda birçok Bizans şehri tahrip ve yağma edilmiş, dolayısıyla Bizans için iktisadi buhran baş göstermiştir. Bir de, bu akının ons ekiz ay sürdüğü düşünülürse işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır.

Karamürsel'in Fethi (1324)
İzmit Körfezi'nde şirin bir kasaba. Bizans'ın burnunun dibi. Adı Prenetos. Karamürsel Bey ve arkadaşları tarafından fethedilip, kahramanın adını almıştır. Hâlâ o adı taşımaktadır.

Bursa'nın Fethi (1326)
Osman Gazi fethedemediği Bursa'nın hayaliyle günlerini hüzünlendiriyordu. Etrafına yerleşen adamları Ak-Timur'la Balabancık Bursa'yı, Bursalıları bunaltmıştı. On senedir ablukaya dayanan şehirde çeşitli sıkıntılar, hele de açlık çekilemez dereceye gelmişti. Bursa'nın düşmesi yaklaşıyordu. Lâkin Osman Gazi'nin ihtiyar vücudundan takat uzaklaşmaktaydı; savaşa gidecek hali yoktu; ihtiyarlık hastalıkla sarmaş dolaş olunca Osman Gazi yatağa düştü.
Fetih vazifesi, fatih alma sırası Orhan Beydedir. Bu ulu vazifeye o koşar Bursa fethedilir. (1326) Orhan Bey, şehre ilk girecek şahsın bir ulu kişi olmasını isteyince Ahi Şemseddin zade Ahi Hasan öne geçer, kendisi onun arkasında şehre girerler. Camiye çevrilen bir manastırda Cuma namazı kılınır.

Osman Gazi'nin Edebâli'nin ve Mal Hatun'un Ölümleri
Tarihler kat'i olmamakla beraber, üçünün de 1326'da öldüğü sanılıyor. Önce Edebâli, sonra Mal Hatun ve daha sonra da Osman Gazi. Edebâli'nin 120 yaşına değdiği söyleniyor ki 45 yaşında torunu olan insan için fazla sayılmaz. Bir büyük şahsiyet olması imânî gücüyle Osman Gazi'yi desteklemesi Beyliğe çok şey kazandırmıştır. Elbette hem hanımını hem de kaynatasını kısa aralıklarla kaybeden Osman Gazi çok üzülmüştü.
Osman Gazi hastadır, yataktadır. Aklı Bursa’da. Müjde beklemekte Osman Gazi. Azrailin de acelesi var. Müjde gelir. Osman Gazi'nin başucunda Orhan Bey, Turgut Alp, Saltuk Alp, Şeyh Ahi Şemşeddin, Ahi Hasan, Çandarlı Mevlana Halil, Kara Oğlan...
Vasiyete bakalım! "Birinci vasiyetim gaza ve cihad işini devam ettirmeniz ve İslâmın kuvvetlenmesine çalışmanızdır. Livâ-i şerifi yüksek tutunuz, daima İslama hizmetten geri kalmayınız." Daha sonra Orhan Bey'e hitaben "Oğlum işte ben ölüyorum, fakat müteessir değilim; çünkü senin gibi bir halef bırakıyorum; adil ol, merhametli ol, iyi adam ol; bütün reayayı (elinin altında bulunanları) eşit olarak himaye et. İslâm dinini yaymaya gayret et; yeryüzünde hükümdarların vazifesi budur. Ancak bu suretle Tanrı'nın lûtfuna nail olursun. Bilmediklerini ulemaya danış. Bir şeyi iyice bilmeden hareket etme. Sana mûtî olanları hoş tut. Beni Bursa da Gümüşlü kubbeye defnet..."
Osman Gazi, ebediyyen anılacak bir isim olarak gözlerini yumduğu dünyaya, pek çok köşesini mamur edecek bir soy bırakıyor; onun soyu altı yüz seneden fazla, milyonlarca kilometre karede milyonlarca inşam huzur içinde yaşatıyor. Osman Gazi'nin geride bıraktığı özel eşyaları da tam bir devlet adamına yakışacak ağırlıktadır.
Denizli bezinden yapılmış sarıklık bez, at için zırh takımı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir dokumasından kırmızı renkli sancaklar, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, bir kaç at, misafirlere ikram için beslediği üç sürü koyun. Bunlardan başka iri taneli bir tesbih ile Selçuklu sultanının gönderdiği davulun kasnağı... hepsi bu....
Arkasından ağlayanlar gerçek ağlıyorlar; gözyaşları yüreklerinin yanıklığıyla süzülüyordu yanaklarına... Bir zamanların Osmancığı, Kara Osman'ı daha sonra Osman Bey olmuş, Osman Gazi olmuştu; şimdi de merhum. Obası değil artık devleti ondan mahrum kalmıştı. 68–69 yaşındaydı diyenler de var; 72 olduğunu diyenler de. O giderken Söğüt'ün kökü sağlam, dalları gümrah yeşeriyordu; ama her şey, herkes derin yas içerisindeydi. Osman Gazi'ye babası Ertuğrul Bey'den 4.(IMG:http://www.tnctr.com/style_emoticons/default/mega_shok.gif) 0 km kare toprak kalmıştı. 43 senede üç buçuğa katlayarak oğlu Orhan Bey'e 16.000 km karelik bir vatan teslim etti. Bundan sonra yol Orhan Gazi'nin, devir onun, devlet onun.

Küçük bir yorum: Osman Gazi'nin şahsiyeti ve takip ettiği fikirle oynadığı rol henüz tam anlaşılamamıştır. Hatta fetihleri, gelişigüzel Tekfur kaleleri almak gibi gösterilmiştir. Hâlbuki tarihî bir harita üzerinde takip edilmekle görülecektir ki, her hareket bir plan dairesinde atılmış adımdan ibarettir. Anadolu'da daha eski ve daha kuvvetli Türk Beylikleri varken, hiç birisi kendisine büyüme imkânı sunacak ilk atılımları yapamamıştır. Daha sonra devamlı genişleyen Devlet Osman Gazi'ye çok şey borçludur.

sultan üçüncü ahmed2

Petervaradin Bozgunu (5 Ağustos 1716)

24 Mayıs pazar günü Edirne'den dualarla uğurlanan Vezir-i Âzam ve Serdârı Ekrem Dâmad Ali Paşa 2 Ağustosta, Petervaradin'in yakınında, Karlofça kasabasındaydı. Türkün meşum bir yenilgiden sonra, elini ayağını bağlayan andlaşmanın yapıldığı yerdi, burası. Burada şansını çevirmeye çalışacaktı Türk ordusu. Bunun ilk denemesi de, ümit vericidir. 1500 kişilik Türk öncü birliği Almanlardan 8000 kişiyi mağlup etme başarısını göstermişti. Ne yazık ki; her şey başladığı gibi gitmiyor: Bu küçük savaşta sayıca çok üstün olan düşmanı perişan eden askerlerden esir ve kelle getirenler vezir-i âzam tarafından bol bahşişle mükâfatlandırılıyordu. Kethüda Köse İbrahim Ağa, paşanın önüne atılıp "Behey sultanım asker sınıfı zaten maaşlıdır; maaşı da bu hizmetleri için alırlar; bunlar gönüllü değil ki, böyle ihsanlarla teşvik edilsinler; ancak esir getirenlere yirmişer, kelle getirenlere onar kuruş versen yeter" deyip, vezir-i âzamın cömert ellerini yumdurmuş. Bu sözleri duyan asker açıktan, aleyhte söylenmeye başlayınca, korkan İbrahim Ağa, Reisülküttap vasıtasıyla ellişer altmışar kuruş dağıttırmış ise de, askerin morali bozulmuştur.
Sekiz bin kişilik kuvveti mahvolan düşman toparlanmaya, takviye kuvvetin yolunu beklemeye çalışırken, vezir-i âzam ordu erkânını çadırına çağırdı:
"Sizlerden her zaman bu Nemçeliye İslâm askeri ayağı tozuyla varırsa intikam alınır diye, duyarız; şimdi iki taraftan ateş başlamışken hücum olunsa nasıl olur?" diye sorması üzerine, Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa muvafık gördü ise de Rumeli beylerbeyi Sarı Ahmed Paşa:
"Asker yorgundur, daha ileri yürümek doğru değildir..." der ve karar Sarı Ahmed Paşa'nın görüşü istikametinde verilir; bu karar, daha önceki tecrübelerden hiç istifade etmeden, Türk ordusunun mahvına sebep olmak için verilmiştir. Bu, o anda pek belli olmamışsa görüş kıtlığındandır; belli idiyse ihanettir!! Düşmanın panik halinden yararlanmayıp, derlenip toparlanmasına, yardım almasına imkân tanımak, kendi askerini de savaştan soğutmak, hayra alâmet olmasa gerektir. Tarihçiler böyle yorumluyor bu işi.
Ertelenen hücum düşmanın beklediği fırsat idi. Takviye kuvvetlerine kavuşup, 5 Ağustos da meydan muharebesine başlarlar. Rüzgâr aleyhimize eser, askerimizin önce sol kanadı bozulur, sonra sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa şehit düşünce asker bozulur. İki tarafında kısa zamanda helak olması akıl alacak işlerden değildir. Askerleri şevke getirmek için ön saflara fırlayan Vezir-i Âzam Ali Paşa alnından vurularak şehid düşer...
Dâmad Ali Paşa, Mora Fatihi olarak anılıyordu; bu savaşı sağ olarak kazansaydı Macaristan fatihi de olacaktı. 'Silahtar Paşa', 'Damad Paşa', 'Mora Fatihi' ve son olarak en büyük unvanı aldı; Şehid! Bütün unvanları unutulup, Şehid Ali Paşa olarak tarihe geçti. Küçücük eşi, pâdişâhın kızı Fatma Sultan dul kaldı. Sultan henüz 12 yaşındaydı; kocası ile yatmamış, sadece nikâhı altında kendisi için yaptırılan sarayda büyümeye çalışıyordu. Ali Paşa büyüdüğünü göremedi ama bir başka paşa görecektir.
Şehid Ali Paşa'nın sadâret müddeti 3 sene 3 ay 8 gündür. Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman 48 yaşındaydı.
Mağlubiyeti ve Vezir-i Âzamın şehâdet haberini acele İstanbul'a padişaha bildirdiler. Bu haberleri getiren, Muşkaralı İbrahim Efendi’dir ve büyük isim alma yolunda hızla koşmaktadır.
Pâdişâhla şehzade iken tanışmışlar, padişah olunca Sultan Ahmed onu da İmrahor yapmıştı, daha sonra sadaret kaymakamı…
Şimdi savaşın yapıldığı yerde yaşanan bir ibretlik olaya bakalım. Türk ordusunun yenilgisinde büyük pay sahibi olan "Sarı Ahmed Paşa Türk tarihinde son derece nadir görülen bir işe teşebbüs ederek Alman hizmetine geçmek üzere Hıristiyan oldu. Ancak bunun farkına varan Belgradlılar, Paşa'yı Almanlar'a kaçmadan yakalayıp parçaladılar. Bu olay Devlet mekanizmasının en üst kademelerini bile ne tiynette adamlann istilâ ettiğini göstermek bakımından mühimdir."
Ordumuzu bozan Prens Eugen Timeşvarı elimizden aldı. Rumeli'nden hazin Türk göçü başladı. İstanbul'da sadâret kaymakamı olarak bulunan Muşkaralı İbrahim Paşa, ölüm haberini getirdiği Şehid Ali Paşa'dan dul kalan Fatma Sultan'la evlenip pâdişâha dâmad oldu. (18 Şubat 1717) Bu sırada Sultan 13. İbrahim Paşa 55 yaşındadır. Zavallı Fatma Sultan, eli eline değmeyen ilk eşinden 35 yaş küçüktü, şimdikinden 42 yaş küçük.
Hacı Halil Paşa, Ali Paşa şehid düştüğünde Belgrad muhafızı idi. Sarı Ahmed Paşa Rumeli Beylerbeyi, Nevşehirli de mevkufatçıydı. Mührü Hümâyun Halil Paşa'ya, serdar kaymakamlığı Sarı Ahmed Paşa'ya verildi. Nevşehirli İbrahim Ağa, cephe sefahatini, Ali Paşa'nın şahadetini bildirme göreviyle İstanbul'a yollandı.
Nevşehirli'nin pâdişâh nezdinde itibarı sadrazamlardan bile fazlaydı. Pâdişâh onu cepheye göndermeyip Başemir âhur olarak yanında alıkoydu. Bol bol görüşme imkanları hasıl oldu. Zeki idi Nevşehirli. Biraz da hayata bakışı farklıydı. Ona göre, yaşamak ölmekten evlâ idi, böyle olduğu için de pâdişâhı sulha teşvik ediyordu.
Macaristan eriye eriye bitiyordu. Elimizde küçücük bir kartopu gibi kalan son Türk vilâyeti Banal'ın en müstahkem merkezi Timeşvar idi. Eflak ile Boğdan'ın kilidi mesâbisindeki Timeşvar'da, 144 bin kişilik Hıristiyan ordusunun ateşine dayanamadı. 44 gün yardımsız dayanan ordunun direnci kalmadı. Prens Ojen'e boyun eğdi. Vezir-i Âzam ve Ser-dar-ı Ekrem Halil Paşa elinde kalan "askerin dağılmasına meydan vermemek için orduyu alıp derhal Edirne'ye hareket etti."

Belgrad'ın Düşüşü (18 Ağustos 1717)

Nevşehirli İbrahim Paşa 18 Şubat'ta Damad oldu, itibarı biraz daha arttı ama sulh siyâsetini kabul ettiremedi. Vezir-i âzam Halil Paşa Timeşvar'ı tekrar almadan savaşa son vermek istemiyor. Hazırlığını tamamlayınca 12 Haziran'da Edirne'den hareket etti. Filibe'ye geldiğinde Belgrad Muhafızı Mustafa Paşa'dan bir mektup aldı. Düşmanın Pançova tarafından Tuna üzerine köprü kurup karşıya asker geçirdiği, hendekler kazarak muhasara tertibatı aldığı bildiriliyordu.
Vezir-i Âzam hızlı davranamadı. Prens Ojen üç haftadır kaleyi dövüyor, Halil Paşa harb meclisleriyle vakit geçiriyor, 60–70 bin askerle gelen Kırım Hanı Giray da eli kolu bağlı bekliyordu. Nihayet taarruza karar verilmişti. Fakat askerde iştah kalmadı. On beş günlük karşılıklı topçu ateşi sonunda 150 bin kişilik (Kırım askeri dâhil) Osmanlı ordusunda bozulma başladı. 80 bin kişilik, Prens Ojen'in ordusuna dayanamayan "Mısır ve Kürt askerleri kaçmaya başladı."
Savaş, Halil Paşa'nın mütereddit davranışı, orduyu idare edemeyişi yüzünden yarısı kadar orduya karşı kaybedildi. Vezir-i Âzamın bile doludizgin kaçtığı bu bozgunda Belgrad Kalesi vire ile üç günde teslim edildi.
Belgrad'da uğranılan kayıp 10 bin şehit ve 10 bin yaralı. Karşı tarafın zayiatı ise "ancak iki bin ölü ve üç binden biraz fazla yaralıydı." Maddi kayıpların dökümü şöyle: "131 top, 31 obüs topu, 20 bin top güllesi, 30 bin kumbara, 600 fıçı barut, 300 kurşun, 51 bayrak, dokuz tuğ, dört süvari dümbeleği, bir mehter takımı davulu, bir büyük sipahi dümbeleği."
Arnavud Halil Paşa Nevşehirli'nin istediği sulha yanaşmamış, inatla girdiği savaşı facia biçiminde kaybetmişti; azledildi, Nişancı Mehmet Paşa sadârete getirildi. (26 Ağustos 1617)

Pasarofça Barışı (21 Temmuz 1718)

Nevşehirli İbrahim Paşa sulh taraftarı olmakla puan topluyordu. Girilen savaş Türk ordusunun yenilgisiyle bitince, elbette, "Keşke savaşmasaydık" denir. Sultan Üçüncü Ahmet için de savaş sevimli bir şey değil. Ordunun eski karakteri kalmamış. Savaşıp, komşuların (düşmanların) gözünde küçülme yerine akıllı bir sulh yapmak daha iyidir. İbrahim Paşa birçok özelliğine ilaveten, devleti savaşlara sokmama beceri ve isteğiyle de pâdişâha hoş geliyordu. Mührü Hümâyun böyle bir vezirin boynunda durdukça rahat edileceği ümidi Nevşehirli İbrahim Paşa'nın yolunu açtı. 9 Mayıs 1718'de sadârete getirildi.
İbrahim Paşa, doğduğu köyden mülhem Muşkaralı diye anılır, ama bu köy pek bakımsızdır, adı da hiç sevimli değil. Sadrâzama lâyık olmadığı belli; ama sadrâzam vefalıdır. Kayınbabası olan pâdişâha yepyeni ufuklar açıp başka âlemlerde yaşatmaya gayret ederken köyünü de güzelleştirir, geliştirir bir şehir haline getirir. Bu eski köye, Yenişenir karşılığı o zamanın diliyle "Nevşehir" denir ve Paşa'da Nevşehirli, diye anılır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 9 Mayıs 1718 de sadrâzam olur, 21 Temmuz da Pasarofça Anlaşması imzalanır. Türk heyetinin başı Silahtar İbrahim Ağa, yardımcısı Yirmisekiz Mehmed Çelebi'dir. Pasarofça Anlaşması ile yorgun Türk ordusu kendine gelmiş ve iyi bir netice alınmıştır.
Bizim için önemine binaen Pasarofça sulhunu birkaç cümleyle anlatalım. Avusturya ile Osmanlı'nın sulhu yabancı devletler tarafından daha önce gündeme getirilmişti. İstanbul'da bulunan İngiliz ve Felemenk elçileri barış için aracılık yapmayı teklif etmiş ve müspet cevap alamamıştılar. Şehid Ali Paşa'nın hedefi büyüktü. Daha sonra vezir-i âzam olan Halil Paşa da sulha yanaşmamıştı. İngiliz Elçisi Montegü Viyana'dan İstanbul'a gelirken barış için uğraştı, Avusturyalılar Belgrad'ı almadan sulh yapmayız, dediler. Barış bu günlere sarktı.
Osmanlı ordusunun mağlubiyetleri, devleti sulh istemeye mecbur etti. Vezir-i Âzam Belgrad'ı elimizden alan kumandan Ojen'e bir mektup yazdı. Barışalım diyordu. Prens Ojen imparatorundan izin alması gerektiğini bildirdi. Sonunda iki tarafın da rızasıyla karar verildi.
Barış görüşmelerinin yapılacağı yer "Morava'nın sol sahilinde ve bu nehrin Tuna'ya karıştığı nokta civarında bulunan Pasarofça şehri idi. Osmanlı Devleti'ni temsilen Şıkki-Sani Defterdarı Silahdar İbrahim Ağa ve aynı meslekten Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Pasarofça'ya hareket ettiler. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa her ihtimale karşı tedbiri düşünüp, ordu başında Sofya'ya geldi.
Sulh müzakerelerinde "Avusturya, taleplerinde oldukça ılımlı davrandı. Belki Adriyatik üzerinde Venedik'i fazla kuvvetlendirmekten çekindiği, belki Ruslar ve Lehlilerden endişe duyduğu, belki de, artık ezici olmaktan çıktığı için Osmanlı Devleti'nin İmparatorluk için yararlı olabileceğini düşündüğünden Viyana, Sırbistan'ın anahtarı Belgrad'ı ve bazı önemli birkaç kaleyi muhafaza etmekten başka bir şey istemedi. Balkan Dağları Edirne'nin yakın kalesi oluyor, Tuna, Vidin, Niğbolu, Sofya bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu'nun tabii ve suni bir kuşağı haline geliyordu."
"Osmanlı ordusu harb edemeyecek kadar bozulmuş olduğu için, böyle bir sulhun akdi mühim bir zaruret ve hatta siyasî bir muvaffakiyet sayılabilir."
Vezir-i Âzam Nevşehirli İbrahim Paşa barış şartlarından duyduğu memnuniyeti bir takrir ile pâdişâha bildirdi: "Bir sulh anlaşması olur derdim amma, bu kadarını beklemezdim. Bu işin böylece vücuda gelmesi pâdişâhın baht-ı hümâyunları kuvvetinden nâşidir.
Askerimizin hali malûm, on bin düşman olsa yüzbin askerimiz mukavemete kadir ol-mayub firar ederler..." Aşağılarda da benzeri kelimelerle pâdişâhı rahatlatmaya çalışan Nevşehirli durumdan çok memnun. Pâdişâh da ona şöyle diyordu: "Sulh karar bulduğu yazılmış, memnun oldum; bu dahî inşallahu teâlâ hayırdır. Hemen serhadlerin nizâmına ve metanet verilmesine sarf-ı makdur edersiz."
Vezir-i Âzamın ve pâdişâhın hasretini çektiği güller açmaya başlayacak; günler, güler yüzlü insanların şakımasıyla dolacak. Sonu hesaba katılmazsa eğer pâdişâhla vezir-i âzam ve onlara ayak uydurabilen bir kısım devletli vs. on iki senede asırlara yetecek derecede kâm alacaklar.
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kahraman olma hevesi, pâdişâhın ondan böyle bir beklentisi yok. Asude bir hayal ikisinin de özlemidir. Fakat yaşanan asır, etraftaki komşular iki gönlün murat almalarına uygun değildir. Ne yapılırsa her şeye rağmen yapılacak, yine hayat kanlı yüzüyle de ara sıra arz-ı endam edecek, meşum sona nasıl olduğu anlaşılamadan ulaşılacak:

Lâle Devri (1718-1730)

İsmi 200 sene sonra konmuş. Devlet hayatı için kısa sayılır ama bir pâdişâh için uzun, tam 12 sene. Üçüncü Ahmed'e masal hayatı yaşatan senelerin mimarı Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'dır. 1718–1730 seneleri arasında yaşanan bu devir için Yılmaz Öztuna diyor ki:
"Lâle devri, savaşlardan, ihtilâllerden bunalan İstanbul'un ve onu taklit eden diğer şehirlerin, İbrahim Paşa'nın öncülüğünde hayatın maddi zevklerinden yararlanmak istemesiyle tarif edilebilir."
Ne yazık ki bu devir bir ihtilâlle, hem de bir hamam tellağı, Halil isimli serserinin öncülüğünde başlayan ihtilâlle neticelenir.
Vezir-i Âzam Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa iyi tahsil görmüş; görgülü insanları seven, şiir ve edebiyata aşın derecede meraklı ve bu sahada yetişen insanlara saygı gösteren, onları koruyan bir insandı. "Seyyid Vehbi, Nahifi, Ahmed Neylî, Nedim, Müverrih Raşid, Osman zade Tâib gibi değerli şairler ve kalem sahipleri hep onun himayesine nail olmuşlardı."
Vezir-i Âzam o zamanın en önemli ilim, fikir, edebiyat, sanat adamlarından meydana gelen kalabalık bir heyetle, belirli vakitlerde toplantılar yapıyordu. Tarihe merakından bu konuyu sık sık tartışmaya açıyor, bilgiler genişletiliyordu.
Vezir-i azamın özelliği tek cepheli olmamasıdır; pâdişâha dâmad olmanın verdiği cesareti, aklına, bilgisine olan güveni geniş bir serbest alan sağlıyordu kendisine ve bunu çok iyi kullanıyordu. Sulhcu oluşu, savaş masraflarım ortadan kaldırıyor; ilim ve sanat erbabını memnun etmesi, pâdişâhı eğlendirmesi için gerekli paraları da bazı hayali masrafların kısılmasıyla sağlanıyordu. Bunun için; "Evvela Şam'da bulunan yeniçerileri yoklamaya tabî tutarak mahlûlerini sildirip, sayılarını 750 ye indirdi; ocaklık mukâtasından ipek, gümrük kahve, ağnam ve dahiliye gibi bazı vergileri Şam defterdarlığına, yâni miriye mâl etti..."Bunun gibi daha bir çok yolsuzlukları önleyip devlet gelirlerini arttırması, bu gelirleri de şehirlerin güzelleşmesine, biraz da sefahate harcaması bazılarının rahatsızlığına sebep oldu.
"Daha ziyâde pâdişâh kasırları, sultan sarayları, vükelâ konakları, cami, medrese ve çeşme gibi yapılara taalluk eden inşaat faaliyeti zamanla genişlemiş; sadrâzam, pâdişâhın ve kendisinin hoşuna giden semtlerde binalar yaptırmağa, buraları cami, mektep, köşk, çeşme ve bahçeler ile şenlendirmeğe ehemmiyet vermiştir"
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın imar faaliyetlerinde Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin tesiri olmuştu. Elçilik göreviyle Fransa'ya gönderilen Çelebi, dönüşünde bir sefaretnâme sunmuş, Fransa'nın güzelliklerini anlatmış, Paris'teki güzelliklerin İstanbul'da olmaması Nevşehirli'yi gayrete getirmiş ve hemen kollan sıvamış. Nasıl olsa devlet sulh ve sükûn içerisindedir, birazda dünya nimetleri tadılmalıdır! Paşa, dünyada silinmez izler bırakmaya azimlidir. Kıskançlığı kırbaçlananlar, bu masraflardan dolayı geçim sıkıntısına düşenler, günden güne derinleşen sosyal yaralar paşanın gözüne görünmemektedir.
İstanbul'un en önemli mesire yerlerinden sayılan Sâdâbad cazibesini Nevşehirli'ye borçludur. Eyüb civarındaki "hadaiki sultaniyeden" Karaağaç bahçesine kadar olan sahada, dere kenarı hükümet erkânına tevzi edilmiştir. "Boğaziçi'nin muhtelif yerlerinde, meselâ Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Bebek, Hisarlar, Üsküdar, Çubuklu v.b. kasırlar, yalılar, cami ve çeşmeler ile güzelleştirilmiştir. Şairane isimler ile (mesela, Emrâbâd, Neşâtâbâd, Hümâyunâbâd, Feyzâbâd) anılmaya başlanmış, buralarda devletin ileri gelenleri ile şehrin zenginleri gönül eğlendirmişlerdir.
Refahın adil paylaşılmaması zaman içinde sınıflar arası uçurumu derinleştirince, birilerinin o uçuruma gömülmesini kaçınılmaz hale getirmiş. Bütün yeniliklerde, bahçe düzenlemelerinde Lale'yi unutmak mümkün mü? O senelerin en makbul, en sevilen bitkisi lâledir. Avrupadan çeşitli lâle soğanları getirilerek İstanbul'un gezi mahalleri bunlarla donatılmış. Lâle Devri ya! 239 nev'inden bahsedilen lâlenin fiyatı öyle yükselmiş ki, Mahbub ve Nizei rumani adlı lâleler astronomik bahaya çıkmış. En sonunda çiçekçibaşı İstanbul kadısından Narh koymasını istemiş.

Matbaanın Gelişi

"Nevşehirli'nin, ileride hayatına mal olacak gösterişli israfların" yanında, yine sonradan takdire şayan bir yeniliği Türkiye'ye matbaayı getirmesidir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğlu, Fransa'da gördüğü matbaanın ehemmiyetini kavramış, bunu Nevşehirli'ye anlatmış, bu iş için çırpınan İbrahim Müteferrika'nın da arzusuyla, Türkiye matbaaya kavuşmuştur. Müteferrika'mn evinde kurulan matbaanın bastığı ilk eser Vanlı Mehmed Efendi'rûn telifi olan Sihah i Cevheri isimli lügatin tercümesidir. Bu lügat Van-kulu Lügati diye meşhur olmuştur.
Matbaanın yerleşmesi kolay olmamış; çeşitli mahzurlar ileri sürülmüş, amma netice; yenilikçi görüşün zaferiyle noktalanmıştır.
Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'nın yenilik hareketleri devam ederken, devrin ünlü şairi Nedim en olgun çağını yaşamakta, en güzel şiirlerini söylemektedir. Şehid Ali Paşa diye anılan sadrâzamın zamanında, ona yazdığı kasidelerle aradığım bulamayan Nedim, Nevşehirli sayesinde ikbâl günlerine kavuşmuştur. Pâdişâh tarafından da takdir gören şair "göz alıcı lâle deviri zevklerini yaşıyor ve devrin ruhu olan şaire hediyeler, ihsanlar yağıyordu. Resmî ve özel ziyafetlere, helva sohbetlerine, Çırağan şenliklerine çağrılıyordu."
Padişah III. Sultan Ahmet, tenperest ve zevk u safa düşkünüdür. Sarayı kadınlarla doludur. Cariyelerinin sayısına bakmadık; 'kadınları' diye Çağatay Uluçay'ın tesbit ettikleri şunlardır: 1- Emetullah Kadın; Başkadını, 2- Ayşe Kadın; 3- Emine Kadın, 4- Fatma Kadın, 5- Gül¬sen Kadın, 6- Hatice Kadın, 7- Hurrem Kadm, 8- Meyli Kadın, 9- Mihrişah Kadın, 10-Nazife Kadın, 11- Nejat Kadın, 12-Rukiye Kadın, 13- Sadık Kadın, 14- Ümmügülsüm Kadın, 15- Zeynep Kadın, 16-Hanife Kadın, 17- Şermi Kadın...
Padişah bütün kadınlarım huzurlu kılmak için çaba sarf ederken, Nevşehirli İbrahim Paşa'nın üstlendiği vazife daha zordu. Bütün bu kadınları incitmeden velinimeti ve kayınbabası olan padişahı eğlendirecek, herkesin gözüne girecek; bunun için çabalıyordu:
İstanbul’da esen hava iki türlüdür: Biri imkânı olupta yaşayabilen üst sınıf için tepeden tırnağa zevk ve eğlence, diğeri, bunlara hazırlanan imkânların yükünü çekmeğe mahkûm alt sınıf... İkisi de sürüklendiği yere kadar gidecek, ama bir yerde geçit vermez bir dağa çarpılacaktır.
Lüks ve sefâhata bulaşan zenginlerin ve devletlûlerin hanımları eğlence yerlerine çok rağbet etmekte, hayatın tadını çıkarmada erkeklerle yarışmaktaydılar. Kendilerini Avrupai yaşayışa kaptıran bu kadınlar, giyim kuşamlarımda geleneklerin dışına taşırınca, haklarında bir ferman yayınlanır. Ahmed Kabaklı'nın Türk Edebiyatı kitabından aktarıyoruz. Sadeleştirilmiş haliyle.
"Allah her türlü belâ ve afetten korusun, İstanbul, Osmanlı ülkelerinin yüzsuyudur. Ahâlisinin tabaka tabaka tesbit edilmiş esvapları vardır. Hal böyle iken bazı yaramaz avretler, halkı baştan çıkarmak kastı ile sokaklarda süslü püslü gezmeğe, libaslarında türlü yenilikler göstermeğe, kefere avretlerini taklid ederek başlıklarında acaip şekiller yapmağa başlamışlardır."
"Irz ehli ve ismet sahibi kadınlar dahi kocalarını, kendilerine, bu yeni çıktı elbiseleri yaptırmak için zorlamakta imiş. Kadınlar, bundan sonra büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklar, feracelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit kullanmayacaklar. Sokak veya mesirelerde yeni çıkma feracelerle görülürlerse, feracelerinin yakaları, o anda alenen kesilecektir."
Bu fermandan da açıkça belli olduğu gibi yeni bir sosyete türemiş, yeni bir hayatı alabildiğine yaşamakta. Nedim de şiirlerini bu atmosferde yazmaktadır. Dilimiz varmıyor amma, bütün bunlar şarap kadehlerinin arkasında yaşanmakta; bu sayede üzüntü verici hadiselerin üstü sarhoşluk salıyla örtülmekte idi. İşte havaya uygun; Nedimce mısralar:

Ayağın sakınarak basma aman sultanım
Dökülen mey, kırılan şişe-i rindân olsun

Sâdâbadda kayık safasından ilham alan mısralar:

Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım
Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde

Ve Lâle Devri için fazla uzağa gitmeğe lüzum bırakmayan o günleri bize şerheden bir Gazel'i:

Ben kimseye açılmaz idim dâmenin olsam
Kim görür idi sineni, pîrâhenin olsam.
Daim arayan bulsa civanım seni bende
Bir gonca gül olsanda senin gülşenin olsam.
Destide, kadehte doyamam görmeğe, bari
Ey gevher-i şeffaf, senin mahzenin olsam.
Döğülmeğe, söğülmeğe, kağulmağa billâh
Hep kaalim amma ki efendim senin olsam.
Çeşmânının öğrensem o kâfirce nigâhın
Bir lâhza Nedim-i nigehi per ferin olsam.

Şairdir, abartır; şiirdir sınır tanımaz, amma; illaki çağının, yaşanan hayatın aynasıdır.

Zelzele ve Yangın

Anlatılan lüks, israf, çılgınlık, ilim, kültür, eğlence hayatı kesintisiz devam ediyor değildi. 25 Mayıs 1719'da, İstanbul, İzmit ve Karamürsel şiddetli bir depremle sallandı. İstanbul'da pek çok bina ve şehir suru baştanbaşa yıkıldı. İzmit'te bir hayli bina harab oldu. Karamürsel'de epey tahribat meydana geldi. Şehrin imarına olağanüstü ehemmiyet veren vezir-i âzam depremin zararını telafi etmekte gecikmedi.
Depremden iki ay kadar sonra Gedikpaşa'da çıkan yangın birçok sarayın kül olmasına yol açtı.

Hayret Verici Bir Olay

Aynı sıralarda enteresan sayılacak bir hâdise yaşandı. Belki bugünkü bazı kişilere örnek olur, ibret olur diye Hammer'den aktarıyoruz: "... Ayasofya Camii Vaizi Şeyh İspirizâde, Dad harfinin telâffuzuna Araplarınkine benzeyen bir yenilik getirdiği için Şeyhülislâm tarafından şiddetli azarlandı!"

Düğün Merasimleri

Lâle Devri eğlencelerinin dışında, geleneksel olan iki eğlenceden bahsedeceğiz. Biri evlilik, diğeri sünnet düğünleri. Sultan Ahmed'in üç kızından biri Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa ile biri Nişancı Mustafa Paşa ile biri de Rakka Valisi Ali Paşa ile evlendi. Ayrıca İkinci Mustafa'nın iki kızı da iki paşayla evlendirildi. Padişahın dört oğlunun sünnet düğünü de bu arada yapıldı. Bu sultan ve şehzadelere ait merasimler film içinde film gibiydi. Yaşanmakta olan çılgın eğlencelere ayrı bir boyut getirmişti.
Pâdişâhın eşi çok olduğu için evladı da çoktu.
Düğünlerin devamı müddetince mutbaktan Halil müfettiş seçildi. Sultan Ahmed'in emriyle, sünnet olan dört şehzade için ve ayrıca diğer kırk oğlu için şekerleme bahçeler yapılacaktı. Hurma ağaçlarından yapılacak bu bahçelerden sünnet olanlara ait hurmaların yüksekliği diğerlerinden fazla olacak. Bahçe ile alâkalı teferruat çok fazla, biz aktarma lüzumu görmüyoruz. Lafların dönüp dolaştığı konu aynı; şekerleme, hurma vesaire.
Şimdi düğünlerde yenmesi için etraf kazalardan getirtilen gıdalara bakalım: 7.900 tavuk, 1450 hindi, 3.000 piliç, 2.000 güvercin, 1.000 ördek...
Tören alanının aydınlanması için 5.000 lamba, ayrıca o günün tekniği ile yapılabilen, yarım ay şeklinde ateş böceği gibi yanıp sönen bin lamba... Hepsini sıralamak istemediğimiz bir yığın lüzumsuz gibi görünen şeyler, şeyler. O günün adetlerine göre müsrif bir padişahın yapabileceği ne varsa hepsi... ama bakıyoruz, bütün bunlar dört şehzadeyle beraber sünnet olacak 5.000 çocuk için yapılmakta; biraz yüreğimiz ferahlıyor.

Düğünler eğlenceye eğlence katarak devam ediyor, Şark'ta Havalar Bulanıyor.

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın da rahatını bozacak hâdiseler cereyan etmeye başlamış; İran'daki Safevî hâkimiyeti Efgan Türkleri tarafından sallanmaktaydı. Dengeler bozuluyor, Efganlılar İran'ın önemli şehirlerini teslim alıyorlar, Türkiye ile sınır münasebeti olduğu için dikkatle takibi gerekiyordu.
İbrahim Paşa üç cephede savaş açtı. Tez zamanda fethedilen, İran'ın bazı şehirlerinin anahtarları pâdişâha takdim edildi. Tiflis, Gori, Hay, Hemedan, Erivan, bu seferin kazandırdığı şehirlerdir. 23 Temmuz 1723'ten 3 Ekim 1724'e kadar yapılan savaşlarla kazanılan bu şehirler, savaştan iyice soğumuş bulunan askerler için de bir ısınma hareketi olmuştu ve tabiî Erzurum Beylerbeyi Silahtar İbrahim Paşa, Van Valisi Köprülü zade Abdullah Paşa, Azerbaycan ve Bağdad Valisi Hasan Paşa takdir edileceklerdi. Hak etmeyene bir şey verilmez, ağır davranan Silahdar İbrahim Paşa yerini kaybetmiş, yerine gelen Arifi Ahmed Paşa görevi tamamlamış, teşekkürü o almıştır.

İlmî ve Fikrî Hareketler

Hatırlardan hiç çıkmayan neticenin dayanağı, İstanbul'da yaşanan lüks ve israf, alışılmamış eğlence hayatı idi, diğer hareketler bunun gölgesinde kalmıştı. Hâlbuki Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kocaman bir beyni vardı. Esas olarak onun tatminine de çaba sarf ediyordu. Paşa'nın bu tarafını, sadece teşkil ettiği ilim hey¬tinin isimlerine dokunmak bile, biraz gösterebilir.
Eski İstanbul Kadısı Mehmed Selim Efendi; bu şahıs Tezkirel-üş-Şuara sahibidir. İshak Efendi ki ileride Şeyhülislâm olacaktır. Sabık Şam Kadısı Medhî, sabık Halep Kadısı İlmî, Sabık Selanik Kadısı Mestcizâde Abdullah, ulemadan Razî Abdüllatif, Kara Halilzâde Mehmed Said; bu zat da ileride şeyhülislâm olacak. Eski İzmir Kadısı Meylî Ahmed, Seyyid Vehbi, Nedim Ahmed, Tarihçi Küçük Çelebizâde İsmail Asım, tezkireci Şerif Halil, İzzet Ali Bey, Afvî Mehmed Bey, Rumeli kazaskerlerinden Şeyhi Mustafa Efendi ve Hacı Çelebi. Fetva Emini Ömer Efendi, Galata marullerinden Mustafa Efendi, Süleymaniye Şeyhi Arab Hasan Efendi, Fatih Camii Şeyhi Ali Efendi, Müderris Yekçeşim İsmail Efendi, Recepzâde Ahmed Efendi, Turşucuzâde Efendi, Darandeli Mehmed Efendi, Arabzâde Salih Efendi, Şamlı Ahmed Efendi, Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi, Yanyal, Esat Efendi, Şakir Hüseyin Bey, Razi Efendizâde.
İçlerinde meşhur olmuş isimler yoksa bile, bir gün bir yerde meraklısının karşısına çıkabilir düşüncesiyle tek tek isimleri sıraladık. Bilinmeseler de, bu in-sanlar o zamanın en yetkinleriydi. Belirli zamanlarda yapılan toplantılarla beyin jimnastiği, çeşitli dallarda tartışmalar, meşhur ve lüzumlu eserlerin tercümeleriyle ilgili, tekliflerle ilgili beceriler sergilenirdi.
Adına sonradan "Lâle Devri" denen Nevşehirli dönemi aslında çok yönlü geçmekteydi. "Anadolu, Mısır ve Kırım'la ilgili asayiş tedbirleri" ihmal edilmeden alınıyor, Batıyla sulh içinde yaşanıyordu. İran'da fetihler de devam ediyor. 1730 senesine böylece gelindi.

İran'a Savaş İlanı

Efganlı Eşref Şah ve Osmanlı Devleti tarafından uğradığı kayıpların telâfisi için savaşan Nadir Şah, galibiyetle Efganlı Eşref Şah'dan topraklarım geri aldı. Safevi saltanatını yeniden kurdu. İstanbul'a gönderdiği elçi ile de Osmanlı işgalindeki topraklarının iadesini istedi ve hemen taarruza geçti. "Safevi ordusunun hareketine karşı koyması gereken Hemedan Muhafızı Abdurrahman Paşa askerini bırakıp kaçtı ve orası sükût etti. Bu durum İstanbul'da sefahat tarlasına düşen bir yıldırım oldu. Nevşehirli'nin topladığı "Fevkalâde meclis"te Seferi Hümâyun açılmasına karar verildi.
Seferi Hümâyun denince ordunun başında pâdişâhın bulunması lâzım ya; Sultan III. Ahmed İstanbul'dan ayrılmak istememiş. Nevşehirli, asker arasında "Hadise-i mekrûhe" şiddetli huzursuzluk olacağını anlatarak pâdişâhı Üsküdara geçirmeye zorla ikna edebilmiş.
Üçüncü Ahmed'in sefere çıkmak istemediği halk arasında konuşulmaya başlamıştı. Şehir halkı zaten senelerdir huzursuzluk içerisinde, padişahtan ve damadı vezir-i azamdan ümidi kesmiştiler. Yeniçeri Ocağı cadı kazanı gibi kaynıyordu. İmparatorluğun her tarafında adı deftere yazılı olup kendisi görünmediği için defterden silinen Yeniçeriler Nevşehirli'den nefret ediyorlardı.
Orduyla alâkası kesilip esnaflık yap¬maya başlayan yeniçeriler halkı isyana teşvik ediyorlardı. Göreve devam eden yeniçerilerin çoğu vezir-i azamın Fransa'dan mütehassıslar getirip, Üsküdar'da bir kışla kurdurup, yeni askerlerin orada talime başlamasını kendi hayatlarının sonu sayıyor; bu yüzden işin önüne erken geçmeyi tasarlıyorlardı.
Sancağı şerifi alıp Üsküdar'a geçen Sultan Ahmed, vilayetlere birer yazı göndererek sefere çıkacağını ilân eder. Yapılan hareketler an'ı kurtarmak içindir, ne pâdişâhın niyeti vardır sefere, ne vezir-i âzamın. Üsküdar'da vakit geçirilirken boşalan İstanbul'da fitne ateşi alevlenmektedir.
Ayaklanmayı tertip edenlerden şeyhülislâma kâğıt gelmişti; bunlar yarı açık yarı imâ ile "Biz Mahmud-ül hısal bir pâdişâh isteriz" diye Şehzade Mahmud'u işaret ediyorlardı.
Daha önceki pâdişâhlar da görmüştük; ayaklanmalar ekseri ayaklananlar lehine neticeleniyordu. Hatta vezir-i âzamlar, isyancılara muhatap olan pâdişâha "Kul kısmı istediğini ala gelmiştir; siz de âdete uyun, istedikleri kelleleri verin Hünkarım" diyorlardı. Bu sefer biraz farklı, hem vezir-i âzam hem de pâdişâh hedefte, ikisinin de birbirini kurtarma şansı görünmüyor!

Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1730)

III. Sultan Ahmed Vezir-i âzam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın hazırladığı sâdâbad eğlencelerinde Nedim'in

Gezermiş kasrın etrafında yer yer taze mehnûlar
Mükâhhal gözlü, şirin sözlü, leyli yüzlü ahular
Heman alkış sedasın andırırmış çağlayan sular
İderlermiş duasın padişah mâdeletkârın...

Şiiriyle kendinden geçerken, şerefâbada gitmek için vakit ayırmaya çalışıyordu. Eğlence yeri çoktu; hepsinde de padişahın varlığı arzu ediliyordu. Onun için Nedim

Hangi gün teşrif ider şahım deyû can atmada
Gel şerafâbadı gör şevketli hünkarım hele...

diyor, pâdişâh ta mübarek bedenini esirgemiyordu. Onlar bu eğlencelerde, her şeyi israf ederlerken, birileri de bu devrana son vermenin hesabını yapıyordu.
İsyancı başının Patrona Halil olduğu yazılıdır kitaplarda ve bazı arkadaşlarının adları, kimlikleri sıralıdır. Bunların belli başlıları şunlar: Birinci isim Patrona Halil Hurpişteli bir Arnavud'dur, arkadaşı Muslubeşe Rusçuk kazasının Karalar köyünden olup aslen Ulah imiş. Diğerleri, Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, cebecilerden Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail isimli şahıslardı"
Halil irikıyım bir dellaktı. Bâyezid hamamında çalışırken peştemalı atıp yalınayakla sokağa fırlamıştır, yanında Muslu olduğu halde, ellerinde hançerle gören Hollanda'lı bir ressam, resimlerini çizmiş, yalınayakları ile tarihi bir vesika olarak duruyor.
İ.H. Danişmend Abdi Tarihi'ne göre, diyor, bu "Eşkiyâ" hemen kamilen Arnavud, Boşnak, Çingene, Bulgar, Yahudi, Rum, Ermeni, Laz, Acem, ve Kürt “Erazil-ü esâfil”inden mürekkeptir.
İsyan bayrağının açıldığını haber alan pâdişâh, gece Üsküdar'dan, devlet erkânıyla beraber Topkapı Sarayı'na geçerse de saray muhafızları dağılmış olduğundan kendisini koruyacak kimseyi bulamaz.
Çarşılarda hiçbir dükkân açılmamış, ehli namus evlerinde, olacakları merakla beklerken hapishaneler boşalmış, zengin evleri, devletlilerin konakları, sarayları yağmalanmaya başlanmış... Yine önceleri seyrettiğimiz filmlerden hatırladığımız sahneler... Belki de çoğunun Cenabı Allahla arası hiç hoş değildir amma moda deyimdir "Şer ile davamız var" deyip halkı da isyanın içine çekmeye çalışırlar. Geniş olarak tarih kitaplarına geçen, bu isimle Romanı yazılan olayın özetini vermeye çalışıyoruz. Yazarken de, kalemimiz hiçbir haz duymuyor, pâdişâh bizimdir, devlet bizimdir, tarih bizimdir...
Âsiler, pâdişâhın yaşayışından memnun değildir ya, bunda başkaları kusurlu bulunur, onların bertaraf edilmesi istenir. Belki de ilk adımın böyle atılması, isyan yasasına! daha uygundur!
Saraya gönderilen haberde, derler ki:
— "Pâdişâhımızdan her veçhile hoşnuduz; lakin devletlerine zarar ve hıyanetleri olan dört kişiyi iki saate kadar bize takdim edin" sonrada haseki ile yekûnu otuz yedi kişiyi bulan isim listesini pâdişâha gönderdiler."
İlk istenenler Vezir-i âzam Damad İbrahim Paşa ve Paşa'nın damadları olan, Kaymak Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdası Mehmed Paşa, bir de Şeyhülislâm Abdullah Efendi.
Herkes canının derdinde, tabiî ki Şeyhülislâm da! Daha önce kendisine "Biz Mahmüd-ül hısal bir pâdişâh isteriz" yazılı kağıt gönderildiğini hatırlatıp, "Asilerin maksadı Şehzade Mahmudu hükümdar yapmaktır, niçin uzun düşünürsünüz" demiş.
Vezir-i âzam "ben ölüm eri olmuşumdur; lâkin velinimetimin hal edilmemesine çare düşünelim" derken, velinimeti onu gözden çıkarmıştı. Pâdişâh, âsilerin istediğini alacağına inanıyordu. Bir iyilik yaparak vezir-i azamı ve damadı olan Nevşehirli'yi damatlarıyla beraber asilere diri diri teslim etmeyip, öküz arabasıyla cesetlerini gönderdi. Sultan Ahmed tahtını kurtarmaya çalışıyordu, İspiri zade Ayasofya vaizidir, aklı başında adamdır, boş konuşmaz, Nevşehirli İbrahim Paşa'yı çekemeyenlerdendir; belki bu yüzden padişaha da içinde bir miktar hoş olmayan hisler vardır. Sultan Ahmed'e der ki:
— "Pâdişâhım siz saltanattan çekilmedikçe bu kıyamın dağılması muhaldir" Hoca Efendi haklı. Âsiler kendisine karşı ayaklandıkları pâdişâhı tahtta bırakırlarsa, biraz sonra başlarına nelerin geleceğini bilirler.
Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan kapısına bir at yaklaşıyordu; kuyruğuna bir ip bağlanmış; ipin diğer ucu bir cesedin boğazında. Padişahın, sağ olarak teslime yüreği el vermediği İbrahim Paşa'nın âsilerce reddidir bu. Ve asilerin yükselen sesi.
— "Pâdişâhımız İbrahim Paşa'yı saklayıp kürkçü Manol'u ona feda eylemiş. Halife olan pâdişâha böyle yalan yakışır mı?"
Pâdişâha en has adamını öldürmeyi yakıştıranlar, bu durumda yalanı yakıştıramıyor. Buna pâdişâh inanacak değil ya; anlıyor vaziyeti. Yeni tayin edilen vezir-i azamı, Anadolu ve Rumeli Kazaskerini çağırıp, niyetini söylüyor. "Bu kadar zamandan beri İbrahim Paşa'nın şahsı herkesçe malûm iken âsilerin bundan kasıtları benim saltanatımı istemedikleri aşikârdır benim dahi tabiatımda saltanata ve hilâfete fütur gelmiştir..."
İhtilâlcilerin oyununu pâdişâhın anlaması normaldi. Öncesini hiç saymasak bile, 12 senelik sadrâzamı cesedinden tanımamaları mümkün olmayan güruh, "bize yanlış ceset gönderdin" diyerek, hikâyedeki Kurt rolünü oynuyorlardı. Hani suyun alt yanındaki kuzuya kurt "suyumu bulandırıyorsun" diyordu ya. Şimdi de ihtilalciler pâdişâha, atın kuyruğuna bağladıkları Nevşehirli İbrahim Paşa'nın cesedi için "Bu o değil, Kürkçü Manol" diyorlar.
III. Ahmed kendisinin ve evlatlarının canına dokunulmaması için garanti aldıktan sonra yeğeni Şehzade Mahmud'u yanına getirtip alnından öper, yeğende amcasının elinden öper ve hemen biat edilir. Sultan Ahmed saltanatı teslim ettiği yeğenine nasihatinde, derki:
— "Vezirine teslim olma; dâima ahvâlini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalemi düruğlarına asla itimad etme; merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; kendin gör, ele itimat eyleme; işte benim ahvalim sana nasihat için kafidir. Oğlum; baban -İkinci Mustafa- devlet işlerini Feyzullah Efendi'ye ve ben vezir-i azama bıraktığımızdan bu hâller başımıza geldi. Sen bizzat idareyi eline al."
Sultan Ahmed daha önce oğlu Süleyman'dan benzeri sözler dinlemişti. Demişti ki Süleyman, Vezir-i âzam Nevşehirli için, "Şevketlû peder, bu vezirin cümle umur-ı devleti kendi dairesine mahsur etmesi, hem kendisine, hem şevketlû pâdişıhıma, hem bize (hanedana) hem Devleti Aliye'ye yazık eder; zira padişahlara ve vezirlere layık olan, esbab-ı şecaat ve âlat-ı mehabet olup, gayyurlara ve yiğitlere ashâb-ı maariften pak tiynet ulemaya rağbettir; yoksa bunlar terk olunup levh-ü hevâ ile meşgul olmak ne demektir?"
III. Ahmet, Nevşehirli İbrahim Paşa eliyle, İstanbul'un güzelleşmesinde önemli adımlar atmıştı. Kendi adıyla anılan Ayasofya’daki çeşme güzelliğiyle dillere destandır. Tahtı, Sebkati ve Necib mahlâsıyla şiirler yazan yeğenine bırakan Sultan Üçüncü Ahmed 57 yaşında ve 27 senedir padişahtı. Altı sene sonra hayata veda etti (13.06.1736) Çoğu küçük yaşta ölen çocuklarından geriye kalan Üçüncü Mustafa ve Birinci Abdülhâmid pâdişâh oldu.

Sultan Ahmet Dönemi Özetlenirse?

Tekrar söylendiği gibi, Lâle'siyle, eğlencesiyle öne çıkan ve bir ihtilalle karartılan devir, gözden kaçan savaş ve barışıyla daha önemlidir. Yavaş yavaş sınırları daralıp kabuğuna çekilmeye başlayan devlet, yapılan akıllı anlaşmalarla kavuştuğu sulh dönemini iyi değerlendirmiştir.
"Yirmiyedi yıl devam etmiş olan Üçüncü Ahmed'in saltanatı dönemi, Osmanlıların başarılı ve azametli dönemlerinden biridir." Barış anlaşmalarıyla Azak, Mora ve İran'ın bir kısmı alınmış oldu.
Başlangıçta düzen tutturamayıp on-beş senede onüç sadrazamla çalıştıktan sonra mührü hümâyunu verdiği damadı Nevşehirli'yle sonuna kadar gitti ve bütün güzellikler onun siyasetiyle vücut buldu.
Bir yerde gözden kaçan dengeler yine Nevşehirli'nin hatası sayılabilirse, bu hatanın cezasını canı ile ödedi. Bu dönemi süsleyen eserlerin bir kısmı yangından, depremden beter ihtilâlciler tarafından harab edilmesine rağmen, kalanların şehâdeti kâfi... Sayfiyelerin cazibesi, camilerin ihtişamı, matbaanın bastığı kitaplar o günleri anlatmaya çalışıyor...
Gönlümüz dörtbaşı mamur bir pâdişâh isterdi; Sultan Ahmed bu isteğe tam uymadı. Onu, düşüncemize ters yanlarıyla mahkum edebiliriz, istersek dünya ahvalini gözden geçirip, muasırı olan devlet başkanlarından geri kalmadığım görüp, hatta fazlalığı olduğunu bile söyleyebiliriz. Devletin iyice yaşlandığı, bu yaşlılığın tecrübe kazandırmadan fazla, bir ağaç gibi çürüme yönünde temayüz ettiği hatırlanırsa, Sultan Ahmed için kinlenmek gerekmez.
Kendisi için "tenperver" deniyormuş. Doğrudur. Şair de deniyordu. Birincisiyle ilgili belgemiz yok ama ikincisini ispatlayan birkaç mısra var elimizde.

Hayalî rûyi dilber cismi zarımda nihânımdır
O dilcûnun şitâbı sû gibi gözde revûnımdır

Bu mısralar Nevşehirli İbrahim Paşa'nın gazeline nazireydi.

Aşağıdaki mısralar kendi gazelinden örnektir. Son mısralar...

Nazire söylemek mümkün değil bu matla'ı hûbe
Suhan pervaz olan ol âsafı devri zamanımdır

Tenezzül eylemez ziynet sarayı dehre aşıklar
Hümâ pervazı aşka cây-ı süfli aşiyan olmaz