Fazıl Ahmed Paşa'nın Ölümü Merzifonlu’nun Sadâreti
Dördüncü Mehmed'in rahatça saltanat sürmesini sağlayan baba Köprülü'den sonra, oğul Köprülü de hayata veda eder. (2/3 Kasım gecesi 1676) 15 senelik sadâretinde iyi iz bırakan Paşa, vefatında 41 yaşındaydı.
Yerine, kardeş gibi bir arada büyüdüğü eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa geçer. İ.H. Uzunçarşılı'ya göre, Fazıl Ahmed Paşa vefat ederken yanında bulunan kardeşi Fazıl Mustafa Bey mühr-ü hümayunu Paşa'nın boynundan alarak Padişaha götürmüş; Padişah da Kara Mustafa Paşa'yı yanına çağırıp: "Seni kendime vekil-i mutlak ve cümle ibadullahı sana emanet eyledim" diyerek, mesuliyeti yeni Vezir-i azama yüklemiş. Çok haşin ve gururlu olduğu söylenen Merzifonlu'dan etrafındaki insanlar rahatsızdır ama onun için; çok zor adam beğenen İsmail Hami Danişmend bile "Osmanlı tarihinin en büyük vezirlerindendir" diyor.
Cehrin Seferi (14 Ağustos 1677)
Doresenko adlı, Kazakların hatmanının kalleşliği ile Ruslara teslim edilen Cehrin Kalesi, Dördüncü Mehmed'in canını sıkıyordu. Rus Çarı'ndan gelen bir nâme dostluktan bahsediyor olsa da Çehrin'den hiç söz etmiyordu. Pâdişâh kendisine ait olan bir kalenin işgalinden sonra nasıl dost kalınacağını anlayamaz. Çar'a bir haber gönderip, der ki:
"Nâmenizin cevabı Cehrin önünde verilecektir." Bu savaş ilanıdır, çok tehlikeli bir savaşın ilanı.
Sonunda, zor geçen ama kazanılan savaş yapılmıştır. Bu savaşın ehemmiyeti, küçücük bir kalenin fethinde değil, tehlike olmaya başlayan Ruslara darbe vurulmuş olmasındadır.
"Pâdişâhın da bu savaşa iştirak ettiği söylense de Tuna nehrini geçmeyip, beri yakada avlanarak oyalanmıştı."
Enteresan Birkaç Çizgi
Dördüncü Mehmed'in avlanması mevzuunda Hammer'den biraz alıntı yapmak zaruri oldu. Sadece avla değil, başka sahalarla da ilgilenen pâdişâh, hiç kimsenin dikkatini başka sahalara çekememiş. Amma Hammer "IV. Mehmed'in Edebiyatla İştigali" diye bir başlık atmış kitabına. Abdi, iç oda hademesi fakat kalemi kuvvetlidir. Pâdişâh onu zamanın vakalarını yazmaya memur etti (Vakanüvis). IV. Mehmed'i en iyi anlatan eserin Abdi'ye ait olduğu söylenirse de, biz onu, anlatanlardan öğreniyoruz. Doğrudan Abdi'nin tarihini görmeden, ikinci elden nakledeceğiz:
"Sultan Mehmed bir gün bir tavşan takip ediyordu. O esnada doğurmakta olan bir ineği seyre daldı. İnek sahibine İslâmiyete girmesini teklif eden Padişah müspet cevap alarak onu Kapıcıbaşılığa tayin etti. Bir başka gün bir yaban domuzu ve pars avlayan Pâdişâh bunların da tarihe kaydolunmasını istiyordu ki kaydolunmuş." Pâdişâhla Abdi arasında geçenler uzar gider; biz birkaç seçme ile iktifa edeceğiz:
Müverrih (Abdi) hastalandığında pâdişâh onu ziyaret eder, hatırını ve ne yazdığını sorardı. Yine bir gün: "Bugün ne yazdın?" diye soran pâdişâha Abdi'nin yazacak hiçbir mühim vâk'a görmediğini söylemesi enteresan bir vak'aya sebep oldu. Zavallı Abdi, pâdişâhın ciridiyle yaralandı. Bundan sonra Avcı Mehmed Abdi'ye dedi ki:
"Şimdi yazacak bir şey var mı?"
Abdi'nin esas arzusu nişancı olmaktı. İyi tuğra yazmak bu mesleğin nişanesi sayıldığından, pâdişâh Abdi'nin -müsaade ile- yaptığı tuğrayı görüp beğenmişti. Sonunda Abdi muradına erecektir de biz bu konuyu uzatmayacağız.
Viyana acı acı kendine çağırıyor; şimdi, bütün safahatını özetleyeceğimiz Viyana macerasına geçiyoruz. Birinci şahsı Kara Mustafa Paşa olan bu acı maceranın anlatımında arada bir şiddeti ve para hırsı öne çıkarılan Merzifonlu için söylenenlerin, bir mağlûba atılan iftira olma ihtimali unutulmamalıdır.
Viyana
Üçyüz senedir ne zaman tarihe dalsak Viyana kapkara bir sayfa olarak yayılır önümüze, bir tarafta en büyük geri adımı attığımız bozgun, bir yanda Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa ve yüreğimizin bütün yufkalığıyla Viyana'ya üzülürken, iftihar ettiğimiz Merzifonlu'ya acırız; hainlere ise kinimiz alevlenir...
Son dönemlerinde cihangir pâdişâhlara hasret kalan milletimiz, biraz da Allah'ın lütfüyle ihtişamlı günler yaşamaya başlamıştı. Ne gariptir ki, Dördüncü Mehmed'in çocukluk yıllarında hükümran olamaması, daha sonra da avcılığı her şeyden öne çıkarması bile devletteki büyümeyi durduramamıştır. Buna, sadarete geçen Köprülü Mehmed Paşa, sonra Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa sebep olarak gösterilebilir. Şimdi de, yine onlardan sayılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa devletin kaderine hâkimdir. Devlet cihanın bir numaralı devletidir.
Hayatın hiçbir safhası hatayı affetmez; hele de devlet hayatı kırk düşünüp bir hareket etmeyi gerektirir; yoksa düşüş öyle acı olur ki, hiç kimse ayağa kaldırmaya kadir olamaz. Avrupa Hıristiyan devletlerinin kralları Osmanlı pâdişâhının dengi değildi. Padişahın tayin ettiği Vezir-i Âzamınn da dengi değildi. Bazen vezirlerle muhatap olmaları onlar için gurur vesilesi sayılıyordu. İşte böyle bir zamanda Tökeli İmre adlı bir Macar asilzadesini Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa kral tayin eder. Ne muhteşem bir şey!
Fakat, bu Tökeli'nin "Vezir-i Âzamı Macar altınlarıyla avladığı" söyleniyor. Paşamızın para konusunda zaafı olduğu, bir de vicdanen zaaf sahibi olduğunu anlatıyorlar; ayrıca gaddar olduğu iddiası da eksik değil. Şan-şöhret için maceralara atılmaktan da çekinmezmiş. Tökeli İmre de biraz maceraperest görünüyor. Osmanlı Devleti'nin himayesini her kapıyı açan anahtar olarak gören Tökeli, Avusturyalıları durmadan taciz eder. Onlar şikâyetini Vezir-i 'Azama yapar; Vezir-i Âzam: "Memleketlerini almak isteyene karışmayız" diye cevap verir.
Tökeli'ye ait bazı yerler Avusturyalıların eline geçmiş imiş. Şimdi, "hazır Osmanlı gücü arkamda iken topraklarımı neden almayım" diyen Tökeli haklıdır; Osmanlı'ya yükleyeceği fatura umurunda bile değil. Yine, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi bir hami mevcutken tadını çıkarmaya devam eden Tökeli İmre, sık sık san altınlarla Merzifonlu'yu mest etmeyi unutmaz. Ve Merzifonlu'nun en mest halinde isteyeceğini ister.
Avusturyalıların elinde Macarlara ait üç kale bulunmaktadır, bunların geri alınması için devletin yardımı lâzımdır. Merzifonlu, Avusturyalılarla önceden yapılmış bulunan anlaşmanın bitmesine iki sene olduğu halde, Tökeli'nin arzusunu kabul eder.
Avusturya ile Tökeli için, Tökeli'nin yanında Türk askeri savaşır, kaleler alınır; Tökeli'ye teslim edilir. Olaylar Osmanlı Devleti'ni ateş hattına çekmektedir.
Bu gidişte Tökeli İmre'nin payı inkâr edilemiyecektir. Ancak, pâdişâhın savaşa, en azından Avusturya ile savaşa rızası yoktur. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa akıbetine büyük bir istekle itilmekte, padişahı el altından tahrike çalışmaktadır. Bunun için Yeniçeri Ağası Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa'yı fikrine inandırır, onun vasıtasıyla yeniçeri askeri kışkırtılır. 1664'te 10.000'e yakın askerlimizin şehid düştüğü Sen Gotar muharebesinin acısını unutmamış olan yeniçeriler de sabırsızdırlar:
"Pâdişâh bizi niye besler, oturmaktan kötürüm olduk; cenk isteriz. Sen Gotar'da kalan elbiselerimizi varup düşmandan alalım." diye kendi aralarında pâdişâhın kulağına gitmesini istedikleri sözleri konuşmaya başlarlar. Bir yandan da serhat beylerinden asılsız şayiaların yayılmasına çalışılır. Bundaki amaç da, Avusturyalılar doğru durmuyor, taarruzlarıyla bizi canımızdan bezdirdiler." Diyecek beyler, pâdişâhı savaşa mecbur edecekler. Bütün bu planların Vezir-i Azama ait olduğu, onun "ille de savaş" dediği anlatılıyor. Merzifonlu'nun amacı; birinci defada başarılamayan Viyana fethini gerçekleştirip, Türk Devleti'ni yıkılamaz derecede sağlamlaştırmak, kendi adını da büyük kahramanlar arasına geçirmektir. Pâdişâha anlatılan ile yapılacak olan sefer çok farklıdır. İlk elde halline çalışılan; Pâdişâhı savaşa ikna etmektir; bunun adı da Yanıkkale'nin alınmasıdır. Pâdişâh buna bile yanaşmadığı içindir ki, çeşitli yollar denenmektedir. Bu yollardan biri de pâdişâhın hocası Vâni Efendi'ye savaşın lehinde vaazlar verdirmektir.
Avusturya İmparatoru, pâdişâha savaş çıkartılmaması için elçi gönderir. Elçi reis-ül Küttap -dışişleri bakanı- ile görüşmesinde eski antlaşmayı yenilemek teklifinde bulunur. Reis-ül küttap ise Yanıkkale'nin terki şartını ileri sürer, yani işi yokuşa sürer. Elçi; yetkisinin, sadece normal şartlarda bir anlaşmayı yenilemekten öte olmadığını ve haksız yere bir savaş çıkarmanın beyhude kan dökülmesine sebep olacağını anlatmaya çalışır, faydası olmaz. Elçi, İslâm inancına göre işin nasıl olacağını öğrenmek için Şeyhülislâm Ali Efendi'den fetva ister.
"İslâm şeriati üzere boğazına bez bağlayıp aman dileyene kılıç olur mu? Üzerine sefer caiz midir?"
El cevap: "Caiz değildir."
Kara Mustafa Paşa, fetvayı dikkate almaz. İnat adamdır. Kafasına Kanunî zamanını koymuş, o haşmeti yakalamaya azmetmiştir. Bütün engelleri birer birer devirip, sonra da Viyana fethim başaracak, tarihin altın sayfalarına geçecektir. Gönlünde böyle bir aslan yatıyor; görelim Mevlâm neyler?
Avusturya elçisi son defa Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa ile görüşüp, şansını dener. Arzusu, savaş çıkmasın.
Yeniçeri Ağası'nın cevabi teklifi:
"Üzerinize sefer yapılacak. Yanıkkale'yi verirseniz, antlaşma yenilenir!"
Elçinin yapacağı birşey kalmamıştır. O da son sözü söyler:
"Kale kılıç ile alınır, kalemle değil."
Bunun üzerine, 2 Ocak 1683'te Edirne Saray-ı Hümâyunu'nun kapısına pâdişâhın sefer alâmeti olan 9 tuğu dikildi. Pâdişâh avlanarak Çatalca'ya kadar geldi. Bu savaş başlangıcının mimarı olarak gösterilen Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa kimi tarihçiler tarafından gayet haklı bulunurken; haksızlığına dair görüşler ileri süren bir isim var: Paşa hakkındaki bütün menfi görüşler ondan yayılmıştır; o biraz garezkarane davranmış gibi görünüyor. Sınır boylarından gelen beylere ait şikâyetleri, Vezir-i Âzamin uydurduğunu söyleyen de bu tarihçidir. İ.H. Danişmend''den kısa bir aktarma ile bu zatı tanımaya çalışalım.
"Herhalde bir devşirme çocuğu hissiyle, Kara Mustafa Paşa'nın son derece aleyhinde bulunan ve hattâ "Vezir-i Âzam bir müteharrik kavga kaşağısı, mütekebbir, ta'makâr devlet haraplığın ister, anûd-u kenûd (inatçı, nankör) ve mağrur Türk" demekten utanmayan Silahtar Fındıklık Mehmed Ağa, savaşın neticesi Kara Mustafa Paşa'yı haklı çıkarsaydı, hakkında söylenenler farklı olurdu. Kader...
Avusturya elçisi Çappara'nın çabası sulhseverlikten değil, devletinin içinde bulunduğu sıkıntıdan kaynaklanıyor. Bunu da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa biliyor ve fırsatı değerlendirmek istiyordu.
Osmanlı'nın kaderini değiştiren bu Viyana Seferi bazı tarihçiler tarafından çok abartılı rakamlarla anlatılmış. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Serdâr-ı Ekrem olarak 24 Mayıs'ta Belgrad'dan hareket ederken, başında bulunduğu ordunun mevcudu Timarlı Sipahi, Yeniçeri, Cebeci, Kapıkulu Sipahisi, Kırım Süvarisi, Orta Macar, Boğdan ve Eflak askeri olmak üzere 718.500 kişi olarak hiç kimsenin inanamayacağı biçimde verilir. Gerçek rakam, 60.000 artı Kırım Süvarileri ve Akıncılarla diğerleri, herhalde hepsi 100 bini ancak bulurdu.
Savaşa istekli, zafere şartlanmış ve inanmış Türk Ordusu'nun hedefi Yanıkkale idi. 27 Haziran'da İstolni Belgrad'da harb divanı toplanır ve durum değerlendirmesi yapılır. Kırım Han'ı Vezir Dâmad İbrahim Paşa'nın fikrini destekleyip, bu yıl Komaron ile Yanıkkale'nin alınmasını; Avusturya'nın, Kırım atlıları ve Akıncılarla yıpratılmasını savunur; başka farklı fikirlerde olmasına rağmen Reis-ül Küttap -dışişleri bakanı- Mustafa Efendi Serdarı Ekrem'in görüşünü destekler. Bu görüş doğrudan Viyana muhasarasıdır. Ağacın yapraklarıyla ve dallarıyla oyalanmak yerine, baltayı doğrudan gövdeye indirmek. Toplantı Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa'nın Viyana'ya gidileceğini bildirmesiyle dağılır. Tabii, padişahın da arzusu hilafınadır bu karar. Avusturya bazı sıkıntılar yaşıyor olsa da, imdadına koşacak geniş bir Haçlı kitlesi var ve bunlar Türklere karşı veya Hilâl'e karşı birleşip, haysiyetlerini korumak, Türklerin dünyaya sahip olmasını engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Vezir-i Âzam çok büyük riskleri göze alarak hayati bir karar vermiştir. İşin sonu arzu edildiği gibi gelirse yapılan hiçbir fedakârlık göze görünmeyecek, devletin gücü, belki de asırlarca sarsılmayacak biçimde artacak; mâzallah, zafer elde edilemezse, hem şahıs hem de devlet bazında telâfisi mümkün olmayan yıkım yaşa¬acaktı. Bunu, kimin ne kadar hesap edebildiği de bu savaşın sonunda belli olacaktı. Aslında kâr ve zarar incecik bir ipin üzerindedir; ne yana kayacağı sonunda belli oluyor.
Viyana muhasarasına karşı olanlardan Kara Mehmed Paşa Yanıkkale'yi almak için hazırlıklar yapıyordu. Kale kumandanı bir haber gönderdi: "Kalenin ehemmiyetini idrâk ettiğini, bu sebepten son askeri ölene kadar savunmaya devam edeceğini, bunun bir askerlik şerefi olduğunu, Türk tarafının da takdir etmesi gerektiğini" bildirdikten sonra "halbuki Viyana düştüğü takdirde Yanıkkale kendiliğinden teslim olacaktır. Burada fazladan kan dökülmesine lüzum yoktur." dedi.
Savaş öncesi yapılan toplantıda Ve-zir-i Âzam: "Gerçi maksadımız Yanıkkaleyle Ko-maron'dur. Lâkin bu böyle olunca sade kale almış oluruz, memleket değil. Muradım Beç'e (Viyana) gitmektir ne dersiniz?"
Herkes susuyordu. San Hüseyin Paşa'ya bakan Vezir-i Âzam:
"Ağzın bağlı mı? Niye söylemezsin?" deyince Paşa:
"Ferman sizden, hizmet bizden" cevabını vermişti. Kırım Han'ı ise bu savaşa muhalifti. Önce iki kalenin fethini, seneye de Viyana muhasarasını teklif etmişti. Merzifonlu zafere çok inanmış; Viyana'yı almak onun için vazgeçilmez bir tutku halindeydi. Viyana önlerine giderken Belgrad'da bulunan pâdişâha bir telhis gönderen Paşa, yapmakta olduğu işi anlattı. Dördüncü Mehmed kendinden habersiz yapılacak bir savaş için hayrete düşüp telhisi getiren İsmail Ağa'ya ve yanında bulunan zevata, "Kastımız Yanık ve Komaron kaleleri idi. Beç kalesi dilde yoktu. Paşa ne acaip saygısızlık edip bu sevdaya düşmüş? Hoş şimdi Hak Teâlâ asan getüre; lâkin evvel bildirseydi rıza vermezdim." diyerek endişesini gösterdi.
"13 Temmuz’da Viyana göründü. Serdar-ı Ekrem yarım saatlik dinlenme verdi. Kırım Han'ı, birkaç vezir ve beylerbeyi ve 1000 atlı ile surlara kadar sokuldu. 154 yıl önce Kanuni Sultan Süleyman Han'ın otağını kurduğu yere geldi. Ertesi gün muhasara başladı."
İkinci Viyana Muhasarası (14 Temmuz 1683)
Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa hırsını aklının önüne almış görünüyor; bu, mağlubiyetten sonra varılan hükümdür. Ya zafer olsaydı? En azından iddia edilen ihanetler yaşanmasaydı, zafer hiç de uzakta değildi.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kendine fazla güvenmenin; her halükârda herkesin, devlet menfaatini her şeyden üstün tutacağı inancında olmanın cezasını görmüştür, diyebiliriz.
"Viyana muhasarasına bütün gücüyle sarılsaydı, bir an evvel silah zoruyla fethine uğraşsaydı" diyor tarihçiler. O farklı düşüncelerle askeri etrafa dağıtmış, muhtelif şehir ve kalelerin fethiyle, yağmasıyla uğraşan asker, çok da başarı sağlamış; o kadar bol ganimete kavuşmuşlar ki, çabucak memleketlerine dönüp, ganimetlerin tadını çıkarma hayallerine dalmışlar. Öldürdükleri insanlar bir yana aldıkları esirlerin sayısı akılalmaz miktarlara erişmiş.
Elde edilenlerin piyasayı nasıl etkilediğine bakalım:
Alınan esirler: 6000 delikanlı, 11000 genç kadın, 14000 genç kız ve 20-30 yaş arası 50000 kadınla erkek: Yekûn 81000 kişi.
Esirlerin fiyatı düşmüş, "en müstesna cariye kırk elli guruşa ve Serdar-ı Ekrem 2 bin 500 koyunu elli guruşa almıştır" diye nakledilir. Y. Öztuna farklı rakamlarla anlattığı bu olayı biraz çelişkili gösteriyor. "En güzel genç kızlar 50 altın guruşa (10.000 dolar), aleladeleri bunun onda bir fiyatına, bir koyun 10 dolara satılmıştır." diyor ki, eğer böyleydi ise cariyeler çok pahalı sayılmalı! Her neyse...
Esas meselemiz bu savaş olduğuna göre; biz, bizi asırlardır geri geri iten Viyana muhasarasına dönelim ve bunu da özet olarak aktarmaya çalışalım. Herkesin malûmu olan bu feci yenilginin en meşhur tek sebebi olarak gösterilen Kırım Han'ı Murat Giray ve ondan biraz daha az suçlu olarak takdim edilen "Arnavud Koca İbrahim Paşa'nın ihaneti" Türklerin kara talihi olmuştur.
Kırım Han'ı Murad Giray ordusuyla Tuna Köprüsü'nü muhafaza ile görevli iken, Vezir-i Âzam muhasaranın neticesinden emindi. Mevcut savunmayı alt edecek gücü vardı ve şehrin düşmesi an meselesiydi. Yardımcı düşman kuvveti Tuna Köprüsü'ne geldiği zaman Murad Giray adeta, onlara mihmandarlık yapıyordu. Hâlbuki görevi, ne bahasına olursa olsun onları durdurmaktı. "Benlik" denen illet benliğini kemirmese; bir milletin, belki de dünyanın kaderini etkileyecek hatayı yapmasaydı, bugün hain olarak anılmayacaktı. Hattâ belki de, Kırım halkı Rusların boyunduruğuna düşüp hayvan vagonlarında Sibirya'ya sürülmeyecekti. Bir Lenin, bir Stalin zulmünü Tatar Türk'ü görmeyecekti. Tarihçilerin anlattığına göre, öteden beri Kırım Hanları Osmanlı hanedanını hazmedememişti. Cengiz soyundan olmaları, Cengiz'i tarihin en büyük Han'ı olarak görmeleri, davranışlarına tesir ediyordu. Yılmaz Öztuna'nın yorumuna göre, Kırım Han'ı Osmanlı hanedanını sonradan görme bir aile sayıp, onlara itaati gururuna yediremiyordu. Hele de, Viyana muhasarasında, bir Sipahi'nin oğlu olan Kara Mustafa Paşa'nın emrinde çalışmak, çarpışmak izzeti nefsine dokunuyordu. Çünkü kendisi Cengiz'in 18. göbekten torunuydu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın biraz geçimsiz bir adam olduğu belli. Onu sevmeyen, belki de Türk olduğu için çekemeyen bir hayli devşirme devlet adamı aleyhine çalışmaktadır. Bunlardan biri de Fındıklılı Mehmed Ağa'dır. Ki, bu adam Merzifonlu'nun hasmı gibidir. İsmail Hami Danişmend de bu adamı hiç sevmez ama ondan aktardığı malûmata bakalım.
Murad Giray'ın vazifesi Viyana'ya yardıma gelen Hıristiyan ordularına geçit vermemekti; bunun için köprübaşını tutmuştu. Yaptığı işe bakın!
"Düşman Tuna Köprüsü'nü geçerken bir tepe üstüne çekilip düşmanın geçişini seyreden Han'a kendi imamı bile dayanamayıp itiraz ediyor, yaptığının yanlış olduğunu anlatıyor. Kırım Hanı'nın cevabı düşmanın güllesinden daha ağırdır.
"Sen bu Osmanlunun bize ettüğü çevri bilmezsün. Bu düşmanın defi yanumda lâşey (birşey değil) idi ve bilürüm ki dinimüze de ihanetdür! Lâkin gayret benü komadı. Anlarda görsünler kendülerin kaç akçe adam imiş. Tatar kadrin bilsünler." (Kırım Han'ının bu kadar haince davranması, en azından kendi istikballerini de etkileyeceği için, pek inanılır gibi gelmiyor. Acaba başka sebepler mi vardı?)
Kırım ordusu köprüden düşman askerinin geçişine müsaade edince, Kara Mustafa Paşa'nın yapacağı fazla bir şey kalmıyor, yine de gerekli tedbire başvurup son çarelerle bozgunu önlemeye gayret ediyordu. Ne çare ki çareler çaresizdi. Han'ın dışında bir de, Koca İbrahim Paşa ihanet etmiş; o da, düşmanın ilk hücumunda askerini alıp Yanıkkale'ye doğru kaçmıştı.
Vezir-i Âzam elinde kalan 9–10 bin askeriyle beraber akşama kadar dövüşmüş, hatta "şehid olmak için düşmanın içine atılmak istemişse de" Sipahiler Ağası Osman Ağa; "Efendim lütuf ve kerem et, iş işten geçti, senin vücudun askerin ruhudur. Feda olmakla asker felâkete uğrar; buyurun gidelim." diyerek, Sancağı Şerifi alıp otağın arka kapısından çıkarak Yanıkkale'ye doğru kaçtı; bütün eşyası, hazinesi çadırında kaldığı gibi üçyüz top, onbeş bin çadır, hesapsız harp levazımı, ordu hazinesi, hülasa ordunun bütün eşyası düşmana terk edildi.
Viyanalılar 1683 senesine Türk yılı ismini vermişler.
Hıristiyan âleminin en büyük bayramlarından sayılan bu zafer günleri için ne kadar sevinseler azdır; bizler de ne kadar yansak az. Bu acı bozgundan sonra, bozguna sebep en önemli birinci kişi görevden alınır. Kırım Hanlığına II. Hacı Giray getirilir, daha az suçlu görülen Paşa ise hayatıyla cezalandırılır.
Vezir-i Âzam Yanıkkale'de Koca İbrahim Paşa'yı huzuruna davet eder; kaçışının hesabını soracak. Hasta olduğunu söyleyip gelmez, korkusu var ya! "Görülecek iş vardır" diye kati emri alınca, mecburen gelir, etek öper. Vezir-i Âzam:
"Bre dinsiz koca melun; seni bu kadar zamandan beri Pâdişâhımızın vezirleri arasında gayret ve hizmeti vardır diye itibarda tutardık; bu defa cümleden evvel kaçarak bütün askerin bozulmasına sebep oldun."
Karşısında cevap vermeye takati olmayan İbrahim Paşa için Vezir-i Âzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Çavuşbaşı'ya emrini verir. İbrahim Paşa'nın duyacağı son sözdür bu.
Ama söyleyeceği son sözü Merzifonlu'nun hoşuna gidecektir. Koca İbrahim Paşa hayatının son günlerinde yaptığı yanlışın büyüklüğü kadar büyük bir laf eder öldürülürken; bu laf değerini bulsaydı; belki, her şey değişebilirdi. Paşa diyor ki:
"Bu adam beni haksız yere öldürüyor, zayiatı telâfi edecek yine odur; Pâdişâhımıza söyleyin öldürmesin." Koca İbrahim Paşa kocaman bir hizmet etmek istemişse de, bu söz arada kaynayıp gitmiştir.
Viyana bozgununu Belgrad'da öğrenen pâdişâhımız Avcı Mehmed, avlana avlana Edirne'ye, sarayına dönmüş. Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa bu bozgunu hazmetmek niyetinde değildir. Yapılan hatalardan ders çıkarıp, hatasız ha¬ırlıklarla yeniden Viyana'ya saldıracak ve neye mâl olursa olsun bu kara yazıyı değiştirecekti. Paşa'nın saraydaki düşmanları boş mu duruyor ki; Paşa fırsat bulabilsin.
"Kara Mustafa Paşa'nın sarayda Kızlar Ağası zenci Yusuf ve Baş Emir âhur Boşnak Sarı Süleyman isimlerinde iki zehirli düşmanı vardır.
Viyana başarısızlığını haber alınca "ellerine mikrameler alıp döne döne" oynadıklarından bahsedilen bu sefiller, Paşa'nın uşaklığından yetişmiş olan Sadâret Kaymakamı Kara İbrahim'le el birliği edip askerin Kara Mustafa Paşa'yı istemediğinden bahsederek ve hattâ zavallı Paşa'nın saltanat makamına göz diktiği hakkında bir takım vesikalar uydurarak pâdişâhı zehirlemeye başlamışlar." Vezir-i Âzam, padişahın gönlü incinmiştir, düzeltmeye çalışayım düşüncesiyle Belgrad'dan hediyeler gönderir ama, bunu düşmanları pâdişâha ulaştırmaz.
Kara Mustafa Paşa'nın Edirne'ye gönderdiği telhisci -mektupçu- İsmail Ağa pâdişâhla görüşmeyi beklerken, Paşa aleyhine bin bir dolap çevriliyor, hayatının ortadan kaldırılması planlanıyordu.
"Sultan Mehmed, âdeti olan avdan dönüp saraya gelince İsmail Ağa'yı çağırıp hudut vaziyeti hakkında bazı şeyler sormuş ve sonra hiddetlenerek:
"Paşa da, sen de bir alay yalancı melunlarsız; devletim yıkıp ırzım pâymal eyledi; askerim kırdırıp benam -namlı-paşalarım öldürdü ve memleketlerimi kâfirlere aldırdı." diyerek İsmail Ağa'nın tevkifini emredip içeri hareme gitti ve Kara Mustafa Paşa'nın katliyle mühr-ü hümâyun, sancağı şerif ve Kabe anahtarının alınıp getirilmesine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi."
Merzifonlu gözden çıkarılınca yerine biri gerektir, o da Kara İbrahim Paşa'dır. Pâdişâh Mühr-ü Hümâyunu yeni Vezir-i Âzamına verirken ihtarını da yapar!
"İbadullahı sana ve seni Allah'a emanet ettim, gözünü aç. Sonra seni selefinden beter ederim."
Pâdişâh, eksileri başkalarına yazıyor da artıları acaba nasıl hesab ediyordu bilemeyiz; ama, kendisi birinci vazife olarak avlanmayı kabul ettiğine göre -ki aksini iddianın imkânı yok- pâdişâh olarak sorumluluğunun altından nasıl kalkacaktı. Yoksa kendisini hiç bir vazifeyle sorumlu saymıyor muydu?
Kara Mustafa Paşa kayıpların telâfisi için neleri nasıl yapacağını hesap ederek günlerini geçiriyor, ibadetlerinden sonra Cenab-ı Allah'tan zaferle vatana dönmeyi niyaz ediyordu. Yine niyaz vaktiydi. 15 Aralık Çarşamba gününün öğle namazı için abdestini almış, İmam Mahmud Efendi ile namaza başlamak üzere ayağa kalkmıştılar. Tarihi kayıtlara göre, İmam Efendi namaza başlamış olacak ki, Paşa, imama namazını bozmasını söyler. Çünkü kulağına gelen nal sesleri merakını celbetmiş ve pencereden dışarıya bakınca manzarayı görüp, manâyı kavramıştır. Gelenler Yeniçeri Ağası, Kapucular Kethüdası ve Çavuşbaşı'dır. Atlarından inip Merzifonlu'nun yanına çıkan misafirler, Paşa'yı selamlar, eteklerler. Vezir-i Âzam "ne haber" diye sorunca, Kapıc¬lar Kethüdası Gazaz Ahmed Ağa mühr-ü hümâyunla sancağı şerif ve emanetlerin istendiğini söylemiş ve o da bunları te¬lim edip, "Bize ölüm var mı?" diye sormuş. -Ahmet Ağa gözleri yerde cevaplamış soruyu- "Ölmek gerek, Allah imandan ayırmasın!" Kara Mustafa Paşa hiç şaşırmamış, "Rıza Allah'ın" diyerek seccadesini serip öğle namazını kılmış.
Bundan sonrasını İ.H. Uzunçarşılı’dan aynen nakledelim; o da Silahtar Tarihi'nden almış ki, bu tarihçi Paşa'yı sevmeyen biridir.
"Kendüye asla infial gelmedi ve dua edip el yüze çaldıktan sonra iç oğlanlarına 'artık siz varın gidin beni duadan unutman' dedi ve kendi eliyle kürkünü, sarığını çıkarıp 'gelsinler ve şu kaliçeyi (halıyı) kaldırın; cesedim toprağa âlude olsun' dedi. Kaldırdılar ve cellâtlar dahi gelip iplerini hazırladıkta, kendi elleriyle sakalını kaldırıp 'bir hoş usulüyle takın' deyip kazaya rıza verdi, onlar da takıp, iki defa çekip teslimi ruh eyledi." 25 Aralık 1683
Paşa'nın talihi yaver gitseydi, çok az pâdişâha nasip olacak bir merasimle Edirne'de karşılanacaktı. Savaşı kaybedince hayatını ve itibarını da kaybetmek törenin gereğiydi.
Pâdişâh hasetçilere kulak vermeyip, Paşa'ya mühlet verseydi; belki de ikinci hamlede "Şah" deyip Viyana'yı alır, yine muzaffer dönerdi vatanına.
İsmail Hami Danişmend'e göre Sultan Mehmed'in en büyük hatalarından biri; Paşa'nın canına kıymasıdır. Ve yine aynı tarihçiye göre, Kara Mustafa Paşa öpöz bir Türk oğludur ve dönme devşirme güruhun çekememezliğinin kurbanı olmuştur. Aleyhinde yazılanlar da yine onu çekemeyenlerin kaleminden çıkmadır. Merzifonlu'dan sonra vezir-i Âzam olanların dirayetsizliği, duraklama devrinin başlamasının başlıca sebeplerinden sayılmaktadır.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'dan sonra vezir-i âzam olan üçüncü vezir Kara İbrahim Paşa savaşa gitmemek için hastalık icad eden bir devlet adamıdır. Kayıpların başladığı bir zamanda, kaybetmeyi umursamayan insanların iktidarda bulunması düşmanlar için aranan fırsattır; bunu kim olsa değerlendirmez ki?
Padişahın av partileriyle gününü gün etmekten başka gayesi olmadığı biliniyor. Vezârete bundan böyle Köprülü Mehmed, Fazıl Ahmed ve Merzifonlu Kara Mustafa gibi adamları bulmak mümkün değildir. Şimdi, Kara İbrahim Paşa sadrâzam iken neler olmuş?
I.H.D.'den başlıklar:
1684, 18 Haziran Pazar: Vişgrad Kalesi'nin sükûtu.
27 Haziran Salı: Vayçen Bozgunu.
15 Temmuz Cumartesi: Avusturya ordusunun Budin muhasarası. Venedik Cumhuriyeti'nin Türkiye'ye harb ilanı.
8 Ağustos: Ayamavri Kalesi'nin sükutu...
26 Eylül Salı: Lehistan Kralı Sabieski'nin Kamaniçe Bozgunu.
28 Eylül Perşembe: Preveze'nin sukutu.
2/3 Ekim Perş./Cuma gecesi: Budin'in muhasaradan kurtulması.
7 Nisan Cumartesi (1685): Bosna Beylerbeyi'nin Sin-Sing Zaferi.
3 Haziran Pazar: Koron Muhasarası.
16 Ağustos Perşembe: Gran Usturgon -Estergon- Kalesi'ni muhasara eden Macaristan Serdarı Şeytan/Melek İbrahim Paşa'nın ricati.
19 Ağustos Pazar: Uyvar Kalesi'nin sukutu.
10 Ekim Çarşamba: Lehistan cephesinde Bojan Zaferi.
18 Aralık Salı: Kara İbrahim Paşa'nın azli: San Süleyman Paşa'nın sadâreti.
15 Haziran Cumartesi (1686): Navarin'in sukutu ve neticeleri.
Budin'in Sükûtu (2 Eylül 1686)
2 Eylül Pazartesi: Budin'in sükutu ve netice itibariyle Macaristan'ın elden çıkması.
Burada birazcık duralım. Budin'de çok kanımız, terimiz var. Bir daha sahiplenemeyeceğimiz Budin'e biraz göz gezdirelim. Hasretiyle yanacağımız "Nazlı Budin"e veda edişimizin resmini çizmeye çalışalım...
Kanunî Sultan Süleyman zamanından hatıradır Budin. Bir buçuk asırdır bizim idaremizde, bizden incinmemiştir asla. Bir çiçeğini koparmamışız, bir duvarını yıkmamışız. İnsanlarına insanca muamele etmişiz; Türk'ün adaletini yaşatmışız 144 yıl. İyiliğin de, kötülüğün de neşri güçle olurmuş. Biz gücümüzü eritmeye başlayınca, Budin'de erimeye başlar ve elimizden kayar, gider. Estergon'a yaktığımız
"Estergon kal'ası bre dilber aman subaşı durak
Yakıyor sinemi bire dilber aman bir sinsi firak"
türküsü gibi, Budin'i de mısralann arasına gömüp, gözyaşıyla acımızı sulamışız. Suçu da verene değil, alana yüklemişiz.
“Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i"
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur yerlerimiz hep harab oldu”
Ne yapalım, tutmayı bilemezsen kaptırırsın. Tutmak için imkân var mıydı? diye sorarsak, çok şey söylenir ama hiç birisi hiçbir şey ifade etmez. Belki de,
“Şah-ı İslâm'ı dileriz Budin'e
Nazarı merhamet ede bu dine”
diyen şairin dediği olsaydı da IV. Mehmed ordunun başına geçseydi, asker daha şevkle savaşırdı, ağlatan mısraların yerine coşan mısralar fısıldanırdı!
Yenilmez cengâver olduğumuz iddia edilmiyor, çok az yenildiğimizi dünya biliyor. Bir tuhaf şey kaçmak, çünkü kovalamaya alışıktı askerimiz. Merzifonlu'nun suyunu ısıtanlardan biri Kara İbrahim Paşa idi. Hayatını gazaya adamış bir sadrazam talihsizliğin, ihanetin ipiyle can verirken yerine geçen yerinden hareket etmiyor, cepheye Yeniçeri Ağası'nı gönderiyor. Harp oyununa bir sıfır mağlup başlıyor Osmanlı Ordusu. Yenilmeye alışıyoruz.
Sarı Süleyman Paşa'nın sadâreti talih rüzgârını değiştirecek kabiliyete sahip değil. Hastalık icadıyla şehir dışını kendisine yasak eden selefi gibi değilse de çapsız bir adamdı. Kendi isteğiyle serdarlığa tâyin edilip 50.000 kişilik orduyla Macaristan'da ilerlemeye başlaması nafiledir.
"Kırım Han'ı Selim Giray'a da kırk bin altın çizme baha ile murassa kılıç, hil'at yollanıp icap eden yerlere kuvvet göndermek üzere hudutta hazır bulunması bildirilmişti."
Karşı taraf işi daha sıkı tutuyordu. "Latheringen kumandasındaki Macar, Hırvat, Alman (Frankonya Brandenburg, Suab, Saksonya ve Bavyera kuvvetleri) ve hemen bütün Avrupa'nın milletleri şövalyelerinden mürekkep doksan bir kişilik bir kuvvet" (aynı yer) Budin'i üç yanından sardılar. Süleyman Paşa aheste hareket ediyor. Durumun vahim olduğunun bildirilmesini önemsemedi. Ve 78 gün süren kanlı mücâdeleden sonra Budin Valisi Abdi Paşa şehit düştü. Budin öldü.
Budin, bir taraf için verdiği elem nispetinde öbür tarafa sevinç taşıdı. Bir tarafın kaybı kadar diğer tarafın kârı oldu. Ve Budin yalnız kendini Türk'ten ayrı düşürmekle kalmadı; Macaristan gitti, cepheyi terk ederek İstanbul yoluna düştüler.
Süleyman Paşa ordudan evvel İstanbul'a gelip mührü teslim etti. Pâdişâh saltanata başladığı günlerdeki aczi yaşıyordu. Askerin seçtiği yeni sadrazama mührü gönderdi ve cephenin terkedilmemesini emretti. Artık ok yaydan çıkmıştı. Asker İstanbul'a doğru yola devam etti. Meydanı boş bulan düşman Esek, Varadin Sirem ve Zemlin kalelerini zaptetti.
Bir Diğer Durum
Anadolu eski isyan günlerine dönmüş; "Akkaş, Kara Mahmud, Yadigaroğlu ve Bölükbaşı Yeğen Osman adlarındaki elebaşılar, Sekban ve Levend kuvvetleriyle Sivas'tan Bolu'ya kadar olan yerlerde faaliyete geçerek köy ve kasabaları yağmaya başlamışlardı."
Anadolu köylüsü hem devlet, hem eşkıya kıskacında bunalmakta, canından bezmektedir. En büyük desteği padişahtan bekler. Padişah av hayvanlarının hayalini silemediği gözlerini başka yana çevirip kimseyi göremez. Yine de paşalar vazifelendirilir eşkıyayı sindirmek için; iki paşa beceremez, üçüncü olarak Vezir Cafer Paşa hazırlık yapar Anadolu'ya, eşkıya üzerine gitmeye; biraz fazla oyalanır, ağır bir hatt-ı hümâyuna muhatap olur.
"Memur olduğun türedi eşkıyası üzerine neye varmayup avrat gibi gezip durursun? Ya varup haklanndan gel, veya başını (sen kendi başını) rikâbı hümâyunuma gönder."
Sultan Mehmed'in bu sert emri bile faydalı olmuş, Paşa daha sıkı sarılmış vazifeye ve tehlike fazla büyümeden önlenmiş. Padişahın varlığı da bir işe yaramış, ama bu kadarla insanların yetinmesi ne mümkün. Her tarafta padişahtan hoşnutsuzluk almış yürümüş, herkes, aleyhinde konuşmaya başlamış. Ulemanın şikâyetleri padişahın kulağına ulaşacak gürlüğe erişmiş.
"Memleket elden gitti, avdan nice bir feragat etmez ve halktan utanmazsa Allah'tan da korkmaz mı?" gibi feryatlar giderek artmışsa da padişahın aldırdığı söylenemez.
Avcı Mehmed ne yazık ki "önce avcıyım" ısrarındadır. Dini konulara da bigâne değil herhalde. Davudpaşa da, avlanmak için bulunurken cami de vâ'z etsin diye Hacı Evhad Tekkesi Şeyhi Hacı Hüseyin Efendi'yi çağırtır. Hüseyin Efendi hemen koşacak adam değildir. Belki de benzeri ender olabilecek bir tepki gösterir.
Budin, izi kaybolmayan derin bir yaradır yüreğimizde ve bu yara bedenimizin gücünü emmektedir. Aradan bir sene geçmeden Kânunî'nin hatıralarından biri daha elimizden çıkmıştır ki, 20 bin şehidimiz bu kaybı görmemiş. Macaristan'ın tamamen bizden gitmesidir Mohaç'ın kaybı. 12 Ağustos Salı, Mohaç'ın alnından 160 senelik Türk mührünün silindiği gündür.
Maddi kayıplar diğer kayıpların önünü açan, bazı setleri yıkan sel gibidir. O yıkılan setlerden dizginlenen öfkeler, hırslar kolayca aşarlar. Savaş kaybeden komutan itibarını muhafaza edebilir mi? Tabiî ki edemiyor ve...
İsyanlar, idamlar pâdişâha karşı gelmeler...
"Sahipsiz olan vatanın batması haktır" mısraı boş yere söylenmiş değildir. Ne ki sahipsiz ayakta kalabilmiş, onun sahibe ihtiyacı yoktur ve ne ki sahibe ihtiyacı var, sahipsiz var olamamıştır. Uzun seneler Köprülülerin, daha sonra da Merzifonlu'nun sayesinde eksikliği fazla hissedilmeyen Padişah, av merakını tatmin edememiş; devlet küçülüyor; orduda huzursuzluk almış başını gidiyor; Anadolu kaynıyor... IV. Mehmed Edirne ormanlarında sürek avıyla oyalanıyor...
Askerin İsyanı
Macaristan'ın elden çıkması ve diğer cephelerde uğranılan yenilgiler, Dalmaçya ve Mora'da belli başlı kalelerin kaybedilişi isyan ateşini körükledi. Vezir-i Âzam'ın değişmesi isteniyor, hatta saltanat değişikliğine gidilmesi bile dile getiriliyor.
İsyana kalkışmış da affedilmişti. Cepheye savaşması için gönderilmişti. Yeğen Osman Paşa geçmişi unuttu; Amasyalı Küçük Mehmed'le beraber askeri kışkırttı. Kapıkulu Ocakları Süleyman Paşa'nın otağına yürüdü. Kendisini tehlikede gören Vezir-i Âzam, Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa ve Defterdarla beraber Belgrad'a kaçtı. Sadrâzamsız kalan orduya, aciliyeti varmış gibi, pâdişâhtan habersiz Siyavuş Paşa'ya gidip "Seni Vezir-i Azam ettik" dediler.
Asker kafasına koyduğunu yapıyordu. Dördüncü Mehmed'in hal'ini kararlaştırıp, "Va'z dinlemek isteyen herkes gibi gelir, meclisimizde hazır bulunur. Buraya gelsünler, benim söyleyeceğim, avdan vazgeç, gelip tahtında otur, ibadet ve taatle meşgul ol, vilâyetler harap oldu. İbadullahı gör, gözet."
Pâdişâha böyle haber yollar Şeyh Efendi ve Pâdişâh incinir bu sözlere. Başka bir şeyhi davet eder Avcı Mehmed. Himmetzâde Abdullah Efendi'dir bu zatın adı ve himmet eder, Davutpaşa Camii'ne gider va'zını eder.
"Ümmeti Muhammed, devlet sahipsiz kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler kilise oldu. Fiili¬nizi değiştirin, günahlarınıza tövbe edin; şimdiden sonra bize lâzım olan gözümüz yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır." dedikten sonra padişaha tariz ile:
"Nedir bu inip binme, bu hay huy ve nefs-i emmarenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatarsunuz? Gerçi pâdişâhlar ava gide gelmiştir, ancak şimdi zamanı değil, her zamanın bir icabı var." dedi. Fakat bu sözler pâdişâhın kulağına girmediği gibi Şeyh Efendi va'z ederken o binip ava gitti ve ava gittiği yerlerin camilerinde va'z edilmesini menetti."
Pâdişâh, Şeyh Efendi'nin sözlerine aldırış etmeyince halkın huzursuzluğu bir kat daha artar. Ulema, Şeyhülislâm'a şikâyete gider. Sadaret Kaymakamı ayyaş ve sefih Recep Paşa'dan tiksintiyle bahsederler. Pâdişâhın şikar (av) dan el çekip tahtında oturmasını, Cuma günleri camide görünmesini, dualarda bulunmasını arzu ettiklerini, padişahın bunlardan haberdar olmasını rica edip, beklerler.
Ulema Efendilerin dilekleri padişaha erişince; arkada Ocak Ağalarının da bulunacağı hesabıyla biraz boyun bükülür ve o pazar günü ava çıkılmaz. Pazartesi günü Pâdişâh; camide muzafferiyet duasına icabet eder. O günlerde Budin'in elden çıktığı haberi şiddetli bir deprem gibi halkı sarsar; sarsıntı nispetince pâdişâha olan saygı-sevgi! de nasiplenir. Hatta Şeyhülislâm, pâdişâhın görüşme talebini: "Bizim gelmemize ulemânın rızası yoktur; emirleri ne ise bildirsinler" diyerek reddeder. İtibarının ne kadar azaldığı bu vesileyle kendisine de bildirilmiş oluyordu. O da, salâhiyetini kullanıp Şeyhülislâmı azl eder, yerine yenisini getirir. Yeni Şeyhülislâm da pâdişâha şikardan bir müddet el çekmesi için ricalarda bulunur. İma ile tahtını kaybedebileceğini söyler. Bu tehdit üzerine: "Şikardan vaz geçtim" diyen Sultan Mehmed, tersanedeki köşke taşınır; bir ay kadar ava çıkmaz.
Rüyalarında avlanıyor Pâdişâh. Uykuları kaçıyor... dayanamıyor. Gururunu ayaklarının altına alıp devlet ricaline rica ile ava çıkmak için müsaade istiyor ve belirli sınırları aşmaması şartıyla izin alıp yine, müptelası olduğu harekete başlıyor.
Bu sefer de hazinenin sıkıntısı ortaya atılıyor; Pâdişâhın hevâyı nefsine uyup beytül mali israf ettiği dile getiriliyor, çare isteniyor. Para, ormanlarda avlanacak av değildir ki, bir kaç kurşunla veya ok'la elde edilebilsin. Yolunca tedbirlere başvurulur, bu yollardan biri de ulema sınıfından "imdadiye" ismiyle iane alınmasıdır, ama netice vermez. Bir sürü karışıklığa, tayinlere sebep olur. Şehrin zenginlerinden para toplanarak acil sıkıntıların giderilmesine çalışılır. Daha önceleri yapılan savaşlarda bolca ganimet elde edilirken, son senelerde gelen yenilgilerle, devlet hazinesi düşmana bırakılır olmuş, maddi durumu bozulan askerde disiplin de kalmamıştır.
Pâdişâh, av hastalığına çare bulamadığı gibi, orduda meydana gelen disiplinsizlik hastalığına da deva bulamaz. Son zamanlarda tam bir kaht-ı rical (işe yarar adam kıtlığı) yaşanmaktadır. Duyulan en iyi haber, Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa'nın Kemanice Zaferi'dir. Bunun dışında, cephelerden hep bozgun çığlıkları ve askerlerin isyan sesleri gelmektedir. Son sesler ise pâdişâhın tahtını sallayacak kadar pervasızdır. Bu seslerin sahipleri de, daha önceleri olduğu gibi, yine acaip isimler taşımaktadırlar. Bu isyancılardan önce, onların başındaki yani ordunun başındaki adama bakalım. Adı, Sarı Süleyman olan bu Paşa'yı İsmail Hami Danişmend, "...Macaristan'ın elden gitmesine sebep olduğu için Osmanlı tarihinde kupkuru bir hatıra bırakan bedbaht bir Boşnaktır" diye tanıtıyor. Yı¬maz Öztuna ise ona, "Sarı Süleyman Paşa'nın askerlikten, tedbirden ve cesaretten zerre kadar nasibi yoktu." diyor. İşte bu sadrazamın Serdar-ı Ekrem olarak bulunduğu cepheler kaybedilir, askerde nizam, intizam kalmaz; hakkında pâdişâha ulaşan şikâyetler üzerine Paşa kaçar, saklanır ve yerine Abaza Siyavuş Paşa tayin edilir. Bilahare San Süleyman Paşa’nın kellesi uçurulur. İsyanın elebaşıları yeni sadrâzamı kukla gibi oynatacak beceride insanlardır. İsimleri: Küçük Mehmed, Cadı Yusuf, Fetvacı Hüseyin, Kel Piri ve Hacı Ali'dir. "Bu subaylar IV. Mehmed'i tahttan indirip, Köprülü'den evvelki devirde olduğu gibi zorba diktatörlüğü kurmak istiyorlardı."
Pâdişahın av hastalığı milleti kendisinden soğutmuştur. Devlet, memleketler kaybederken, onbinlerce asker cephelerde şehit düşerken, hazinede fareler cirit atarken Pâdişâh hiçbir savaşa iştirak etmediği gibi, Topkapı Sarayı'na bile uğramıyor, ara sıra geldiği İstanbul'da Davutpaşa'daki köşkte kalıyor, çoğu zaman da Edirne'de oturuyordu. Nerede olursa olsun "kelle isterük" sesleri kulağına gelmeye başlamıştı.
IV. Mehmed özel hayatından tavizler vermeye, avdan vazgeçmeye başlasa da asker söz dinlemiyordu. Daha önceleri dedeleri ve babası da bu tür halleri yaşamışlar, onlara da yakınları "Kul taifesi istediğini yapagelmiştir Sultanım" demişti. Yine de Sultan son çareleri değerlendirme yoluna giderek, Köprülü Mehmed Paşa'nın küçük oğlu Fazıl Mustafa Paşa'dan yardım umar. Sadâret Kaymakamı Recep Paşa'nın korkup vazifeden kaçması üzerine, Köprülüzâde bu makama getirilir ve Pâdişâh onu alay köşkünde kabul eder. Geçmişte kendisiyle hiç de iyi olmadıklarını ima ile:
"Sana ettiğim cevirlere göre memur olduğun hizmette kusur etmedin, berhudar ol. Baban ve kardeşin sadâretinde rahat olmuştum. Sen dahi şu alevlenmiş ateşin itfasına çare görmek gereksin, duam seninle beraberdir."
Pâdişâh askerle ilgilenmediği için vaziyetin vahametinin de farkında değildi. Bu tedbir, ağaçları köküyle beraber söküp sürükleyen selin önüne birkaç moloz parçasından yapılan set gibidir; hiçbir hükmü olmaz.
"Pâdişâh ava tövbe etti; av tazılarını elden çıkardı, oturması gereken Topkapı Sarayı'na yerleşti. Atlarıdan bin kadarını sattırdı, beş yüzünü atsız olan Kapıkulu süvarilerine verdi; masrafı azaltmak için 500 kadar cariyeyi dışarı çıkarttırdı." ise de, iş işten geçmişti.
Yenik ordu Viyana önünden, Belgrad'dan, Budin'den Edirne'ye kadar gelmişti. Pâdişâhın "Edirne'de kışlasınlar" emri dinlenmiyordu. Vezir-i Âzam Siyavuş Paşa'ya gönderdiği hatt-ı hümayunda Pâdişâh son sözlerini söylüyordu.
"Sen ki Vezir-i Âzam Siyavuş Paşa'sın. Cümle ocak ağaları ve kullarıma selâm ve dua ederim; üç defadır hatt-ı şerif gönderdim. Belgrad ile Edirne arasını kışla tayin ettim, muradınız her ne yüzden ise gerek ulufe ve gerek gönderdiğiniz defterde mastür ül-esâmi olan devlet hainlerini tutup irsalini va'd eyledim; asla müttefir olmayıp hatt-ı şerifime itaat ve inkıyat etmediğinizden fikriniz belli oldu. Muradınız beni tahttan indirmek ise oğlum Mustafa size Allah emaneti olsun. Yerime geçirip beni kendi halime koyasız ve Küçük Ahmed'i (Üçüncü Ahmed) dahi size Allah emaneti eyledim. Hakk Celle ve âla hazretlerinin bir ismi de Kahhar'dır. Dilerim Allah'tan ki cümleniz kahr olasız."
Dördüncü Mehmed'in Hal'i
Bombanın pimi çekilmiş, geri sayım başlamıştı. Bomba imha uzmanları da yoktu, olsa bile işe yaramayacaktı.
Pâdişâh da bunu fark etmiş olacak ki, fazla eyvallah etmiyor. Paşaların da yapabileceği birşey olmadığına göre kan dökülmesini önlemek, tek düşünce haline gelmişti.
Fazıl Mustafa Paşa, ulemayı Ayasofya Camii'nde toplayıp istişare eder ve bu toplantıdan "Hal Fetvası" çıkar.
Dördüncü Mehmed alınan kararı duymaz; kardeşi Süleyman tahta oturup hatt-ı hümâyunu hazırlayana kadar, son durumdan habersizdir; ama hazırlıklıdır. Darüssaade Ağası Ali Ağa kendisine hatt-ı hümâyunu getirip, "Muradullah bu imiş buyurun hapishaneye" deyince, itirazın fuzûli olduğunu bilen IV Mehmed tek endişesini hemen söyler.
"Bize katl var mı?" Ağa'nın cevabı soru kadar kısadır:
"Hapis emrolundunuz."
1642 senesinin Ocak ayında dünyaya gelip, yedi yaşının içinde tahta oturan IV Mehmed, 39 sene 3 aydır sürdürdüğü saltanatını 9 Kasım 1687'de böyle noktalar. Binlerce maiyetiyle, cins atların üstünde, yüzlerce tazıyla sürek avlarına çıkan, Topkapı Sarayı'nda bile sıkıntıdan patlayan Pâdişâh mahpus hayatını sevinçle karşılar.
Kırk altı yaşındadır, yaşadığı hayat onu hiç yıpratmadığı için çok dinçtir, güçlü kuvvetlidir. Avcılığın bünyesine kazandırdığı dayanıklılıkla 20 saat hiç inmeden at sırtında durabildiği anlatılır.
Hapisliği bir dairede idi ama yine de orman havasını saraya tercih eden bir pâdişâh için kolay katlanılacak gibi değildir. Ancak 5 sene, 1 ay, 28 gün yaşayabilmiş ve kardeşi II. Süleyman'dan sonra tahta çıkan kardeşi II. Ahmed'in saltanatında hayata veda etmiştir.
Avcılığı ile devleti ihmal etmesinin dışında özel kusurları bulunmayan IV. Mehmed, bazı tarihçilere göre en büyük hatasını Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı idam ettirmekle yapmıştı.
Yenicami'deki anasının türbesine cenazesi defnedilen Dördüncü Mehmed, Edirne'de ölmüştür.
Son Söz
Çocuktu; Köprülü Mehmed Paşa, yapacağı hiçbir icraata karışılmaması şartıyla sadâreti kabul etmişti. Kan dökücülüğü kusur sayılmazsa, Köprülü iyi hizmet verdi; Padişah rahat etti. İkinci Köprülü de rahat ettirdi Padişahı ama devlet yetkilerini Sadrazam kullanırken o da kendisine yeni bir yetki alanı buldu. Avcılığa alıştı. Niyet ne olursa olsun Avcı Mehmed'i bu ortama iten sebepler düşünülmeli...
20 Şubat 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder