Yeni Dönemin Başlangıcı
Topal Recep'in ortadan kalkması ufuktan irice bir karabulutun dağılması demektir. Pâdişâhın kendini bulması demektir. Topal'ın yerine Mühr-ü Hümâyun'a sahip olan Tabanı Yassı Mehmed Paşa da sevilen, sayılan, şahsiyetli, devlete ve padişaha bağlı bir adamdır. Sultan Murad, birazda, bu paşa sayesinde kendi gücünü fark etmiştir. 20 yaşında, zeki, akıllı, güçlü, kuvvetlidir pâdişâh. Kas kuvveti efsaneleşmiştir. Bire bin katılarak anlatılıyor yiğitliği. Birini de biz analım. İri yarı iki kişiyi iki eliyle havaya kaldırabiliyordu. Gücünü kötülere karşı kullanma yarışına başladı. Devir Murad devridir.
Burada bir kitaptan alıntıya yer vermek lüzumu görülüyor: Dördüncü Mehmed zamanında, beş sene İstanbul'da kalan İngiliz elçi kâtibi ve silahdarının "Türkler'in Siyasi Düsturları" adlı kitaptan; yazdıklarını mümkün olduğu kadar akıl ve erdemle yaptığını söyledikten sonra yazar:
"... Fakat bütün bunlarla Türkler'in Devlet teşkilâtını yalandan incelediğimde ve bir hükümdarın kişiliğinde mantıksız, erdemsiz ve haksız mutlaka bir kudreti ve ne kadar yararsız olursa olsun buyruklarının yasa, ne kadar düzensiz olursa olsun davranışlarının örnek teşkil ettiğini, özellikle devlet işlerinde kanunlarına karşı gelmenin imkânsız olduğunu gördüm."
Bazı dalkavukluk ve yolsuzluk misalleri de veren yazar şöyle devam ediyor: ("... bu imparatorluğun uzun ömrünü, içte sarsılmaz sebatını ve dışta ordularının mutlu başarılarını onu yönetenlerin bilgeliğinden ziyâde tabiatüstü bir sebebe dayandırarak hayran olmamak mümkün değildir; sanki, her şeyin en iyisini yapan Tanrı bu güçlü milleti, Hıristiyanların günahlarını ve kusurlarını cezalandırmak için yüceltmiş ve desteklemiş gibidir."
Aynı kitaptan olacağımız kısa bir bölüm daha (şimdilik) ("... bu siyasi gövdenin bütün yaralarını onaran şey adaletin süratle ve merhametsizce uygulanmasıdır.")
Sultan Dördüncü Murad'ın vefatından on-onbeş sene sonra Türkiye'de bulunup araştırma yapan ve öğrendiklerile gördüklerini yazan Ricaut Türk'ün padişahına gösterdiği sadakate, itaate padişahın adalet duygusuna hayrandır. Sultan Murad artık, merhametsiz adaletiyle kasırgalar estirecek, iyi ve kötü davranışıyla zirve olacaktır.
Fitne başı Recep Paşa'nın vücudu ortadan kalktıktan sonra, elebaşılardan Ahmed Ağa, Canım Ali, Yemişçi Mustafa, Salih Efendi, Mahmudoğlu, Sarı Mustafa, Gül Abdi, Bıçakçıoğlu Mehmed, Kumru gibi belli başlılar da öldürüldüler. Diğerlerinin cesareti kırılmıştı; yine de Sultanahmed Meydanı'nda bir Ayak Divanı istediler padişahtan, padişah kabul etti.
Sahanın hâkimiyetini kaptıracak değildi artık. Sipahiler ve yeniçerilerle ayrı ayrı görüşüp, onların sözcülerine çok tesirli konuşmalar yaptı. Devlete, padişaha ve devlet malına sadakatten aynlmalarının devleti çökerteceğini, buna hakları olmadığım, ecdadından kalan devletin selâmette olması gerektiğini, yoksa herkesin felâkete sürükleneceğini söyledi. Tesirli bir üslup kullanıyordu. Boyun büken yeniçerilerden ve sipahilerden aralarında hain barındırmamalarını, barınan varsa teslim etmelerini istedi.
Sultan Murad'm nasıl bir ortamda idareye ağırlığını koymaya çalıştığını göstermesi bakımından, Ziya Nur Aksun'un Tarihi Gılmani''den aldığı bir pasajı aynen aktarıyoruz. Görelim İstanbul'un hali nasılmış?
"Ol zaman kul'un şol mertebe tuğyanı vardı ki, gündüz hamamdan peştemâl ile avrat çıkarmak ve gulâmiye (vergi ve cizye toplayanların aldığı aidat) aldıkları günde, Sultan Mehmed Camii'nde duhan içmek ve müslümanların ırzın pây-imâl etmek ve köşelerde aşikâre ayak üzre zina ve livâta etmek ve kan dökmek ve evler ve saraylar basmak ve bayram günlerinde salıncak kurup, bizzat pâdişâhı ve validesini ve vüzera ve ehl-i divanı mumlar ile salıncağa okumak gibi bahusus kahvehanelerde ve meyhanelerde fiili nâmeşrû etmeleri gibi, şol mertebe âlem nizâmu intizamundan çıkmıştı ki vasfa gelmez."
Şimdi, Sultan Murad bu işleri yapan ve yaptıranlarla mücadeleye başlamıştı. Onların komutanlarına nutuk çekiyordu.
Konuşmayı dikkatle dinleyen ihtiyar Çorbacılardan biri, "Devletlu Pâdişahum, sen bizim pâdişahımuzsun, bizim sana veçhile muhalefetimüz yoktur, dostuna dost, düşmanına düşmanız." dedi. Pâdişâh:
"O halde, sözünüze inanmam için aranızda müfsidleri himayeden vaz geçün. Siz kullukta sabitkadem oldukça, ben de sizin haklarınıza riayet ederüm!"
Hepsi birden pâdişâha muti olduklarını, eşkıyayı himaye etmeyeceklerini yüksek sesle haykırınca, teker teker Kur'an üzerine yemin ettirip, "Vallahi mi, billahi mi, tallahi mi?" diye sorup, tasdik aldıktan sonra kayda geçirdi. Kâğıtlar orada mühürlendi ve temizlik harekâtına başlandı. Önce; Saka Mehmet, Gürcü Rıdvan, Cadı Osman ve bazıları kati olunup cesetleri denize atıldı. Ve bu iş hem İstanbul'da, hem de Anadolu'da devam etti.
Ne kadar zorba varsa birer ikişer, bulundukları yerde hayatları nihayete eriyordu. Kimi evinde şarap içerken, kimi yolda yürürken yakalanıyor, devletin nizamı için öldürülüyordu. Ne Dereli Halil kaldı, ne Rum Mehmed, Balıkesir'de isyan çıkarmış olan İlyas Paşa da su yolunda kırılanlardandı. Temizlik harekâtı fasılasız devam ederken, İstanbul'un beşte birini yakan bir yangın çıktı; doludizgin giden sıkıyönetim için bulunmaz fırsattı ve Sultan Murad bunu iyi değerlendirip, kahvehaneleri kapatıp, tütün yasağını koydu. Çünkü yangına tütün içilmesinin sebep olduğu söylenmektedir. Kahvelerin kapatılması ayak takımının işini zorlaştırdı; tütün yasağı, o zehirli dumanı ağzına doldurup "puf" diye etrafa üfürerek, içindeki sıkıntıyı, hıncı boşalttığına inanan tiryakileri bayağı rahatsız etti. 28 senelik mazisi olduğu söylenen acı misafir iyi kabul görmüş, candan dostlar edinmişti kendisine.
Sadık dostlarının arasında şairler de eksik değildir. Bunlardan biri;
"Zararsız bir duhân hakkında neyler bunca dikkatler
Duhân-ı âh-ı mazlûmânı men'eylen hüner oldur"
Tütünü yasaklamanın değil, mazlumların ahını engellemenin hüner olduğunu padişaha bildirir. Amma, herhalde kendi adım bildirmemiştir. Ve tabii ki, padişah, yaptığı her işi fetvaya dayandırır. Meşhur Vaiz Kadızâde'nin fetvasıyla kahvehanelerin binaları bile yıkılıp yerlerine dükkânlar yaptırılır.
Sultan Murad asayişi sağlamaya yeminlidir. Kıyafet değiştirip şehri -bilhassa geceleri- dolaşmaya çıkar, yasağa uymayan kimi görürse öldürtür. Cesetlerini de ibret-i âlem için caddelerde bıraktırdı. İstanbul kabadayılarının hiçbir yerde sesleri çıkmıyordu. Bu arada, bir miktar suçsuz insanın da ölebileceği normal karşılanmalıdır. Padişah geceleri evleri gözetlemeyi ihmal etmezken tütünün daha keyifle içileceği mesire yerlerini de unutmuyordu.
Bir gün Kâğıthane'deki köşke sandalla giden Sultan Murad, bazı insanların piknik yaptığını görür. Öğrenir ki, zamanın tarikat büyüklerinden Abdülmecid Sivâsi Efendi ile dosttandır; dostları da ilim erbabıdır. "Getirün kitaplarını göreyim." der. Bazı kitaplar gelir, içlerinde Şeyhülislâm Yahya Efendi'nin divanı da var. Sultan Murad sevinir, diğer kitapları da tedkik ettikten sonra insanların gönül eğlendirmekten ziyade beyin doldurmakla meşgul olduklarını anlayınca, "Kitaplariyle seyre giden ulemaya, seccade ve nidasıyla giden dervişane ve kalem ve hokkalarıyla giden kâtiplere bizim sözümüz yoktur, hemen kendi âlemlerinde olsunlar." der. Allah muhafaza, bir tütün kokusu olsaydı, herhalde efendiler ertesi günü göremezlerdi.
Sultan Murad özel bir tipti. Padişahlar içinde çok az tarafı çok az kişiye benzeyebilir. Kötülerin kendisine çektirdiğinden daha fazlasını çektirmekten haz alıyordu. Ölen, sürünen olursa olsun o devletin gücünü bütün tebâya göstermekten yanaydı. Bozulan asayişi yeniden hayata geçirirken heba olacak hayatlar umurunda değildi. Onu mecbur eden birçok sebep arasında dürüst insanların korunması da vardı.
Eşkıyanın hâkim olduğu şehirler ki, günlerce dükkânların açılamadığı, dürüst insanların dışarıya çıkamadığı zamanlar yaşanıyordu. Kötülerin kökü kesilince, iyiler rahata kavuştu. Osmanlı devlet düzeninde çok mühim mevkii bulunan, amma fevkalâde çürümüş, itibardan düşmüş Timarlı Sipahi teşkilâtını ele alıp, mümkün olduğu kadar düzen verdi. Bir şey için iki ihtimalden başkası olamazdı: Ya iyi olacak, yahut yok! İyileşmeye müsait görünen şahıs, kurum veya başka şey iyileştirilirken, istidadı olmayanlar yokluğa boyun eğmek zorundadır. Bu, ister kadı, ister Şeyhülislâm olsun, hiç farketmez. Sultan Murad'ın ikinci döneminin, devlete hâkim olma kuralının "olmazsa olmaz"ı budur.
Şeyhülislâm Âhizâde'nin İdamı (7 Ocak 1634)
Sultan Murad hem İstanbul'un etrafını teftiş etmek, hem de avlanmak niyetiyle Bursa'ya kadar gitmek ister. Yolunun üzerinde İzmit ve İznik var. İznikliler kadılarından şikâyetçidir. Kadı Efendi yol tamiratında ihmal davranıyormuş. Sultan af etmeyi lügatinden çıkardığı gibi, Kadı'nın hayatını da gözden çıkarır, resmi kıyafetiyle, kale kapısında astırır.
Pâdişâh Bursa'ya kadar gider, ecdat kabirlerini ziyaret eder. Bursa'da birkaç gün kalmak arzusundadır amma validesi bırakmaz. Validenin de mazereti var, Şeyhülislâm sıkıştırmaktadır. İznik Kadısı'nın hiçbir soruşturma görmeden asılması, Şeyhülislâm'a kadar şikâyetlerin ulaşmasına sebep olmuş, Şeyhülislâm da Valide Sultan'a bir tezkire gönderip şunları söylemiş:
"Kendülerini bedduadan sakınırız, memuldur ki siz kendülere nasihat buyurup zümre-i ulemanın hayır duasını alasız; zira henüz âlemin herc-ü-merci sönmeğe yüz tutmuşken kil-ü kaale mueddi olacak ahvalden cenab-ı hılâfetpenahiyi sıyanet ederiz."
Bu tezkire, Şeyhülislâm Âhizâde Hüseyin Efendi'nin sevmeyenleri tarafından abartılarak Vâlide'ye anlatılmış ki, pâdişâhın hal ile tehdidi var burada, Şeyhülislâmın niyeti kötüdür! Valide Sultan, hemen bir mektup yollar oğluna, der ki:
"Benim arslanım acele üzere gelesiz, cülus tedbiri için sözler ve tedbirler olmaktadır."
Sultan Murad'a huzurlu birkaç gün bile çok görülür, alel acele İstanbul yoluna düşer. Tam da yolsuzluklara, asayişsizliklere "dur" dediği günlerde böyle bir olayın zuhuru canını ziyadesiyle sıkmıştı. Biran evvel tahtına oturup, yayını germek, avını vurmak istiyordu.
Hiç bir tahkikata lüzum görmeden, İznik Kadısı'nı astırdığı gibi yapar. Şeyhülislâm'ın ve onun oğlu olan İstanbul Kadısı Mehmed Çelebi'nin sürülmelerini emreder. Baba-oğul ayrı gemilerle Kıbrıs'a sürgün hayatı yaşamaya giderlerken Sultan Murad'ın gazab-ı şahanesi tatmin olmaz, denizden çevrilip idam edilmelerini ister. Bostancıbaşı, boğazdan çıkmadan önce Şeyhülislâm'ın gemisine yetişir. Yedikule'den çıkan Sultan Murad, yanında Abaza Paşa olduğu halde, Hüseyin Efendi'nin yakalandığını görünce, Bostancıbaşı'yı çağırıp, "Tiz şimdi katleyle." der.
İstanbul Kadısı Mehmed Çelebi canını kurtarmış, babası ise ağır davrandığından Kalabriya köyünde boğdurulmuştur. Tarihte hiç görülmemiş, emsalsiz bir olaydır bu. İlk Şeyhülislâm idamını Sultan Murad gerçekleştirmiş. Sultan Murad halkın vicdanında açılan derin yarayı kendi vicdanında da duyarak üzülmüş ise de, onu rahatlatan bir geçmiş var idi.
Bir "Ayak Divanında, kardeşlerinin katledilmemelerine Topal Recep Paşa'yla beraber bu Şeyhülislâm Hüseyin Efendi kefil olmuş, kendisini çok fena duruma düşürmüşlerdi.
İşte o geçmişten yüreğine çöreklenen kin, teselli bulmasına yetiyordu.
Bekri Mustafa
Dördüncü Murad'ın ipleri tamamen eline aldığı, sorgusuz sualsiz adam öldürdüğü günlerdi. Hikâyeye göre: Tebdili kıyafet dolaşan pâdişâh, bir adamın çamur içinde yuvarlandığını görüp, merakından sormuş "bu adama ne oluyor?" Aldığı cevap: "Şarabı fazla kaçırdı; kendinden geçti; sarhoşluğundan ne yaptığım bilmiyor!" Hikâyeye göre, Pâdişâh henüz içkinin marifetlerini bilmiyor ve yine soruyor: "Bu ne biçim bir içkidir?" Konuşanları dinleyen Bekri, bu arada biraz toparlanmış, Pâdişâha hakaret dolu sözler sarfedip, oradan gitmesini söylüyor. Sultan Murad öfkeye kapılıp Bekri'ye: "Alçak, diyor. Pâdişâh olduğumu bilmiyor musun ki, benim buradan çekip gitmemi söylüyorsun!" Bekri diyor ki: "Bende Bekri Mustafa'yım; ne olmuş yani. Bu şehri satmak istersen ben satın alırım. Pâdişâh ben olurum, Bekri Mustafa da sen olursun. Sultan Murad, bu şehri satın alacak parayı nereden bulacağını sorunca, Bekri iyice sınırlan yıkıyor: "Bu şehirden başka (Pâdişâhın anasının esir olduğunu işareten), esirenin oğlunu da satın alabilirim" diyor.
Pâdişâhla Bekri arasında bir pazarlık geçiyor. Pâdişahın emriyle biraz sonra Bekri saraya götürülüyor. Birkaç saat sonra sarhoşluğu geçip de kendine gelen Bekri, sarayda olduğunu farkedip şaşırıyor ve etrafındakilere rüyada mıyım gerçek mi, diye soruyor. Bekri, gerçekten, sarhoşken yaşadığından habersizdir. Anlatılınca afallıyor, korkudan, çareler bulmaya çabalıyor. Hasta olduğu için şarap içmesi gerektiğini söylüyor. Pâdişâh görmeden ölmesi istenmediğinden dolayı bir maşrapa şarap getiriyorlar. İçtiği zannını veriyor ama şarabı elbisesinin içinde saklıyor.
Pâdişâhla karşılaştırılınca sakladığı şarabı çıkarıp: "Haşmetmeabım, diyor. Şehri satın almak isteyen aslında ben değildim, buydu.
Pâdişâh hayretle: "Bu nasıl olur?" diyor.
Bekri, dolu bir yudum alıyor. Sonra Pâdişâh bir yudum alıyor. Bir yudum daha alıyor... Alışık olmadığı şarap Pâdişâhı sarhoş ediyor.
Dördüncü Murad bir müddet sonra sızıyor ve birkaç saat sonra da başağrısıyla uyanıyor. Derhal Bekri'yi çağırtıyor.
Pâdişâhın durumunu bilen Bekri "Devletlim işte ilacınız", deyip şarap dolu bir bardak uzatıyor... Böylece içki Bekri ve Padişah arkadaş oluyorlar. Bekri ölünce Pâdişâh çok üzülmüş, bir daha neşeli günler yaşayamamış.
İçki Yasağı (5 Ağustos 1635)
Lehistanla bir anlaşmazlık vardı da Sultan Murad sefere çıktıydı (8 Nisan 1634) Lehliler Osmanlı hükümetinin şartlarına uyacaklarını bildirince seferden döndü. Lehistan'la savaşamadı. Yolu Edirne'yi geçemedi. İstanbul'a döner dönmez “İçki Yasağı”nı ilan etti.
Bekri Mustafa belki de dünyanın sayılı alkoliklerinden idi ve Sultan Murad onunla candan dostluk kurmuştu. Sultan kendisini de alıştırmıştı ve bayağı içki tüketiyordu. Başka insanlara yasakladı. Meyhane binalarını temelden yıktırıp, buraların başka hizmet görmesini bile engelledi. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" akla geliyor. Kendisini men edemediği bir muzır nesneden kendi dışındakileri korumaya çalışıyor. Sultan Murad çok mu dindardı, tebeasını cehennem ateşinden korumaya mı çalışıyordu? Bedenen harap olmamaları için mi, dinen memnu olan bu nesneden uzak tutuyordu insanlarını?
Sultan Murad içindeki acıma duygusunu öldürmüştü. Çocukluğunda Sultan Mustafa'nın deli olmasına rağmen iki defa saltanat sürdüğünü/yahut iktidar hırslıları tarafından ona saltanat sürdürülmediğini görmüştü. Sultan Osman'ın başına gelen, başından geçen iğrenç insanların iğrenç işkencesi Sultan Murad'ın aklından çıkmamıştı. Kendisine kurulan tuzaktan, Davud Paşa'nın kanlı tuzağından nasıl kurtulduğunu unutmuyordu. Sırası gelip de tahta çıkartıldığında 11 yaşında idi ve onbir yerinden kuşatılmış mânevi işkence görüyordu. Sultan Murad kuvvetlenmeyi ve kötü adamlardan intikam almayı aklına yazmıştı. Arada büyük yanlışlar da yaparak, kötüleri iyi edemezse yok ediyordu.
Geceleri tebdil gezen Pâdişâh gördüğü birçok sarhoşu eliyle öldürmüştür. Meyhanelerde insanları men etmekle yetinmeyip o binaları kökten yıktırmasına tarihçinin cevabı kısa: "Bu şiddetin hakiki hedefi, o zamanki İstanbul'u doldurup asayişi ihlâl eden zorba döküntüleriyle serserilerin imhasıdır."
Abaza Paşa'nın İdamı (24 Ağustos 1635 Perşembe)
Şeyhülislâm'ın idamı üzerinden yedi buçuk ay geçmiş, Sultan Murad'ın can alıcı öfkesi geçmemişti. Genç Osman'ın öldürülmesinden sonra intikam alma sevdasına kapılıp Anadolu'da altı sene mücadele veren, sonra da padişaha boyun büküp Bosna Valiliğini alan Abaza Paşa, padişahın gözdelerinden olmuştu. Padişah onu o kadar sevmişti ki, giyimini bile taklit ederek, sevgisini alenen gösteriyordu. Şeyhülislâm'ın idam fermanını verdiği zaman da yanında bulunan Abaza Paşa idi. Anlatılanlara bakılırsa, Abaza Paşa biraz âdab dışı hareketlerden sakınmaz imiş. Pâdişâhın yanına girişlerinde silahlardan arınmış olması gerektiği halde, bu usûle riâyet etmez, kılıcım çıkarmazmış...
Sultan Murad'ın Abaza Paşa'ya, gösterdiği cesaretten, Osmanlı Hanedanı’na duyduğu sevgiden belki biraz da deliliğinden dolayı zaafı var. Abaza Hasan Paşa'nın dolu bir tabanca olduğunu bilen Pâdişâh, her an tetikte bulunmaktan usanmıştı. Abaza bir gün Sultan Murad'a:
"Pâdişâhım, dedi. Acem ikliminin bütün yollarını bilirim; güç kolay bütün hududuna vukufum vardır. Zât-ı şahanenizi üç bin süvari ile Ejderhan ve Demirkapı semtlerinden Şirvan'a çıkarayım; mutad olduğu üzre ordu dahi Erzurum'a gelsin; az müddet zarfında Şirvan'ı ve bütün İran'ı zaptederiz."
Pâdişâhın İran sevdası bütün ateşiyle yanarken Abaza'nın anlattığı çok hoş geldi. Hatta Abaza'ya duyduğu sevgiden hoşnutluğu arttı. Bu meseleyi açtığında, kaymakam Bayram Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi ve Pâdişâhın nedimi Silahdar Mustafa Ağa uygun görmediklerini beyân ettiler; Pâdşahın fikrini çeldiler. Onlara göre Abaza Paşa maceraperest idi. Daimi dostluğa alışık olmayan Sultan Murad Abaza'yla ilgili düşüncelerini değiştirdi.
Bir gün Topkapı civarında dolaşan Pâdişâh, Eğrikapı'da Abaza Paşa'yla karşılaştı. Belin'de kılıç olduğu halde atından inip etek öpmek isteyen Paşa'dan evvel Pâdişâh yanındaki Bostancı zabitine Abaza'yı atından indirip, kılıcını almasını emretti. Derhal attan inip, kılıcını kendi eliyle teslimi azar yemesini önlemedi. Pâdişah'ın yanında kılıç taşımanın adaba aykırı olduğu bilinen bir husustu. Abaza Paşa buna uymada biraz geç kalmıştı.
Sultan Murad'ın gözlerinin iri bakışının tehdidâmiz olduğu anlatılırdı; herhalde, tarife uygun baktı ki, muhatabı korkmuştu. Anadolu'ya geçmenin yolunu bulup, bir an evvel İstanbul'dan, Pâdişah'ın çevresinden uzaklaşmak istedi. Üsküdar'a 50 at gönderdi. Yapılan hazırlık duyuldu, şüphe canlandı. Bir de, Ermenilerle Rumlar'm Kudüs'teki Kamâme Kilisesi'nin kendilerine satılması için 20.000 guruş gönderdikleri açığa çıktı.
Abaza'yı gözden çıkaran Sultan Murad, idamı için muhkem sebebi bulmuştu. İdam fermanını hazırladı. Abaza Paşa idam fermanım mütevekkidâne karşıladı.
"Pâdişahımun emridir" dedi. Abdestlenip namaz kıldıktan sonra başını cellâda teslim etti. Sultan Murad için kolay olmayan bir icraat daha böylece yerine getirildi.
Abaza Paşa'nın cenaze merasimine bütün devlet büyükleri iştirak etti. Bâyezid Camii'nde kılınan namazdan sonra Kuyucu Murat Paşa Türbesi'ne defnedildi.
Şâir Nefi
Sultan Murad'ın hayranı olduğu büyük şâir. Sultan Ahmed'e, Sultan Genç Osman'a kasideler yazmış. Sultan Murad zamanında yıldızı inanılmaz derecede parlamıştı. Onu ve şiirlerini sevenler kendilerini ona sevdirmeyi pek başaramamış. Zehirli hicviyelerinden kurtulabilen olmamış; hattâ, usulsüz bir nefes alanın bile kellesinin gittiği günlerde, Nefi hoyrat gönlünden gelen nağmeleri açığa vurmadan duramamış. Hicvedilecek bir konu yakalayınca, en yüksek rütbeli şahısları rezil etmekten büyük zevk almış. Bazen bir mısraı için servetler veren bir vezir, bazen bir mısraı için canını almaya azmetmiş. Altmış üç yaşını bulması Sultan Murad'ın ona karşı beslediği sevgiyle olmuştur ama o yeri geldiğinde Sultan Murad'ı da mısralarına malzeme yapmaktan çekinmemiştir.
Genç Osman için yazdığı kasideden;
Aferin ey rûzigârın şehsüvârı safderi
Arşa as şimdengerü tîği süreyyâ gevheri
Bir pâdişâha "aferin" diyebilecek kadar kendini büyük sayan şâir, belli ki her şeyin üstünde kendini görmektedir. "Mademki, diyor Allah bana bu kaabiliyeti vermiş, herkes ayağını denk atsın."
Ben cihan ârâ şehensâh-ı cihan-ı ma'niyim Sözlerinde padişah-ı kâmrânıdır sözüm
"Dünyayı süsleyen, pâdişâhlar pâdişâhı sözleri söyleyen ben, her arzusuna kavuşanım."
Aslında Nefi'nin derdi şiirdir. Kendine olan hayranlığı da şiirdeki başarısından geliyor.
Babasını bile;
Peder değil bu belâyı siyâhdur boşuma
mısraı ile yerin dibine batıran şâir, elbette, dilinden çıkan her zehirli okun kendisine dönebileceğini, bir gün hayat damarını koparacağını bilmektedir; ve buna razıdır. Nefi, hicviyelerini "Siham-ı-kaza" isimli bir mecmuada toplamıştır.
Sultan Murad bir gün Siham-ı Kaza'yı okurken ayakucuna düşen yıldırımı, şiirlerin uğursuzluğuna verir. Şaire hicvi yasaklar, yemin ettirir yazmayacağına dair. Nefi samimiyetle yemin ederse de, bir gün öyle bir sahne yakalar ki, ölmeye değer bulur ve yazar yazacağını, verir başını.
Dördüncü Murat budur! Gazabının şiddeti daima sevgisinin, merhametinin önünde gitmektedir. Son zamanları önemli insanların yok edilmesiyle doldu. Yavuz Sultan Selim'de çokça vezir idamı görülüyordu. Dördüncü Murad'da biraz farklı kişiler hedef oldu öfke oklarına. Yeni toprakların yeni havasını teneffüs etme zamanı geldi; bakalım bundan sonra ne olur?
Revan Seferi (10 Mart 1635)
Nicedir ki Osmanlı Pâdişâhları ordunun başında sefere çıkma âdetine uymazlardı. Kânunî'den sonra sadece, Üçüncü Mehmed ısrarlar karşısında mecbur kalıp Eğri Seferi'ne çıkmış, bir de Genç Osman'ın Lehistan Seferi vardı. Millette, askerde cevval padişah hasreti çekiyorlardı. Sultan Murad'ın sefere çıkacağı haberi herkeste bayram sevinci meydana getirdi.
Sefer hazırlığı yapıldıktan sonra 10 Mart 1635'de Üsküdar'a geçen padişaha şanına uygun merasim ihmal edilmemişti. Üsküdar'dan hareket edilmeden önce görülecek hesaplar çıkar ortaya ve Sultan Murad kılıçla hesap görmeye alışıktır zaten.
Kati emir vermişti, demişti ki: İstanbul'da benden habersiz hiç bir asker bırakılmayacak. "Maltepe geçilip Kazıklı Derbendi'ne gelindiği zaman solakbaşılardan Galatalı Çelebi'nin bir neferi İstanbul'da bıraktığını duyunca emekdarlığına bakmayarak derhal önünde çökertip boynunu vurdurdu." Sultan Murad, Erivan'a varmadan kendi vatanındaki temizlik harekâtını tamamlamak istiyordu. "Konya ayanından Karayılan denilen iki kardeşi katlettirdi." Yetmiyordu. "Manisa Sancakbeyi Duducu Hasan Paşa iki bin kişilik maiyetiyle alay gösterip, Pâdişâhın eteğini öpeceği sırada, "Bir iki düşman öldürmeğe muktedir olamadın, şimdi bana alay gösterirsin bire mel'un" deyip, katlini emretmiştir."
Bu bilgileri aldığımız İ.H. Uzunçarşılı, devam ediyor:
"Karaman Beylerbeyi Celeboğlu Ali Paşa bu göreve zorbalıktan gelmiştir" ve katli kaçınılmazdır. Sırada Karaağaç Kadısı var. Hakkındaki şikâyetler onun da öldürülmesi için kâfi sebeptir, öldürülür. Sonra? Konya'da, sipahilerden Gürcü Osman ele geçer. O da Sultan Osman'ın katlinden suçludur ve zeametli divan çavuşu tütün içtiği için suç işlemiştir, cezalarını hayatlarıyla öderler!
Sultan Murad hep adam öldürmemiştir aslında, Konya'da Mevlâna dergâhını ziyaret edip, oradaki insanların gönlünü Revan'dan evvel fethetmişti. Ölüm haberini verirken insicam bozulmasın diye peş peşe sıraladık.
Padişahın öldürttüğü bir de Konya Kadısı var, Şehla Mehmed Efendi. O da şikâyet üzere canından olmuş, sonra "Beyşehri Sancakbeyi Keskinli Ali Paşa yaptığı mezalime binaen katlolundu."
Daha Revan yolundayız, savaş başlamadı. Öldürülenler işledikleri suçların cezasını çekiyorlar, bazan kurunun yanında yaşın yanması normal karşılanacak. Bunlardan birine misal olarak Demirkazık Halil Paşa gösterilir ki, bu paşa savaş esnasında gösterdiği sebattan dolayı "Demirkazık" lakabını almıştır.
Halil Paşa ile Vezir-i Âzam vekili Murteza Paşa'nın araları açıktır. Murteza Paşa'nın eline fırsat geçer, o fırsatı iyi değerlendirir ve Halil Paşa boğdurulur.
Pâdişâhın hışmından, yeri geldiğinde hayvanlar da nasipleniyor. Kayseri'den Develihisar sahrasına doğru gidilirken pâdişâhın arabasının önünden bir yaban keçisi süratle kaçtı. Derhal at verilmesini emretti. At geldiğinde nasıl bindiği farkedilmedi. O kadar çevik hareket ediyor ki, görenler bilmese, onu zaten atın üzerinde idi sanacaklardı. Eline bir mızrak alıp keçinin peşine düşen pâdişâh mızrağı öyle şiddetle vurdu ki keçinin diğer yanından çıkan mızrak toprağa saplandı. Ordu olanlardan duyduğu hayreti "Aleyke avnullah!" nidasıyla dile getirdi.
Dördüncü Murad'ın fevkalade atik, çevik, kuvvetli ve maharetli olduğu zaten bilinen hususlardı. "Birkaç ay atının eğerinden başka yastık, atının gaşiyesinden başka örtü görmeden" yaşadığı olurdu.
Yolculuk devam ediyor. 23 Mayıs 1635'te Sivas sahrasına varıldı. Burada tayinler, terfiler, aziller yapıldı. Bir bostancının Hatt-ı Hümâyunu taklit ederek bazı beylerden ve beylerbeyilerden para çarptığı ortaya çıktı. Sultan Murad'ın, gözü üzerinde kaşı olanı cezalandırması kimilerince hiç önemsenmiyor, ama o her suçu önemsiyor. Bostancı'nın derisi yüzülerek, cezalandırıldı. Sultan Murad'ın gözü kulağı hem ileride hem geride. Geriden, İzmir Kadısı'nın idamı hak ettiğini öğrendi Murteza Paşa'ya emir gönderdi.
10 Mart'ta başlayan yolculuğun üzerinden 4 ay, 11 gün geçti. Revan yakınında Pâdişâh otağı vardı, etrafına diğerleri de kuruldu. 26 Temmuz'da Revan kalesi yakınına topların altına varıldı. Şiddetli bir rüzgâr esiyor, havayı kaplayan tozdan şehir görünmüyordu. İstihkâmların eteğine varılmıştı. Padişaha kılavuzluk eden kişi tehlike sınırına gelince durdu:
"Pâdişâhım, Revan Kalesi bu vadidedir; çok yakınına geldik ama dumandan görünmüyor. Burada durunuz ki asker gelsin" dedi.
Sultan Murad'm âdeti felsefesinin -ölümle hayat arası düşüncesinin- özeti dudaklarından döküldü:
"Bre korkak, ne duruyorsun, insan ecelsiz ölür mü?" Az sonra çıkan rüzgâr dumanı dağıttı. İstihkâmlardan toplar atılmaya başladı. Mermiler çok yakından geçiyordu; Pâdişâh ordusunun yanına döndü. Bütün tedbirler alınıp savaşa hazır vaziyete geçildi:
28/29 Temmuz Revan Muhasarası
Sıra Revan'-Erivan-ın işini bitirmeye gelmişti. Ordu mükemmel hazırlanmıştı bu savaşa. Beylerbeyi Küçük Ah¬ed Paşa adamlarıyla kale bedenlerindeki askerleri telef ederken "Deli Hüseyin Paşa adıyla ünlü akıllı kişi kaleye hakim tepede şâhî darbezenlerle kalenin içini ve dışını bombardıman ederdi." Diğer paşalar da işlerini en iyi biçimde yürütürken, yaralı askerlerin tedavisi zamanına göre mükemmel bir surette yapılıyordu. Padişahın coşturduğu paşalar ve askerler kale komutanı Emir Gûne'nin gözünü yıldırmışlardı.
Pâdişâh, burada diğer cephesini gösteriyordu. Kumandanları kahraman yapmanın usûlünü çok iyi bildiği de burada belli oldu. Her birine söylenmesi gerekeni söylüyor, Küçük Ahmed Paşa'dan başladı:
"Başka Küçük Ahmed! (İsyankâr İlyas Paşa'yı kastederek) İlyas'ı tuttuğun ve taşları delerek Ma'n-oğlunu çıkardığın bir şey değildir; erlik zamanı bugündür. Göreyim seni. Dîn-i mübîn hizmetine uğur-u hümâyunumda nasıl merdâne çalışacaksın." Ahmet Paşa yer öptü:
"Başüstüne. Pâdişâhım! Ahmed kulun askeriyle beraber yoluna can-baş vermekten kaçmaz" dedi.
Pâdişâhın ikinci muhatabı olan Canpulat-zâde'dir:
"Baka Kürdistan Beğzadesi! Canpulat oğulluğu vakti şimdidir. Erlik hükmünü verip de namusu vezareti hak edecek gün bugündür. Canın pulat (çelik) gibi olmaktır."
Murteza Paşa'yı bulduğu konuma göre heyecanlandırdı. Sıra Yeniçeri Ağası'na geldiğinde ona da:
"Şehirde sarhoş değmekle iş olmaz, erliğini burada göreyim" mealinde sözler söyledi. Döndü askere hitaba başladı ki bu sefer üslûp farklıydı. Herkese, göstereceği fedakârlık nisbetinde mükâfat vaat edildi. Şehitlerin mükâfatı Allah'tan.
Muhasaranın haftasıydı. Kale'de büyük büyük gedikler açılmış, Acemlerin işi zorlaşmıştı. Osmanlı Ordugâhına Tahmasbkuli Han'ın bir elçisi gelip, münasebetsiz bir teklifte bulundu:
"Sekiz günlük mütâreke yapalım, eğer bu zaman içinde yardım alamazsak kaleyi size teslim edelim!" Hiçbir diplomatik nezaket taşımayan bu teklifi getiren, neredeyse canından olacaktı. Sadrâzam şefaatçi oldu da, bağışlandı.
Bir yandan kale hırpalanıyor, gedikler açılıyor, öbür yandan tamir yapılıyor. Görüldü ki dayanılacak gibi değil Safeviler teslime mecbur kaldı. Tahmasbkuli Han'ın (Yani bizim Emir Gûne'nin) Kethüdası Murad Ağa birkaç basamak çıkıp padişahla görüşme imkânı buldu. Ahmed Paşa sadrâzama, sadrâzam pâdişâha çıkardı elçiyi. Pâdişâhın "kaleyi niçin teslim etmediniz sorusunu" elçi "Biz aciz karıncaların zamanı, Süleyman'ına mukavemetimiz, Padişahın âvâze-i celâdeti Şâh'ın kulağına varsın kahramanlık velvelesi İran'ın en uzak köşelerine kadar ulaşsın içindir!"
Pâdişah'ın sesi yumuşadı, hükmedici tonu devamda: "Eğer affınızı isterseniz kaleyi hemen teslim ediniz!" dedi. Ertesi gün teslim şartları görüşüldü (8 Ağustos 1635)
Revankapıları Osmanlı Ordusu'na açıldı. Emir Güne merasimle pâdişâhın huzuruna geldi. Pâdişâhın iltifatına mazhar olan, adamlarının bağışlanmasına sevinen, adı Yusuf olarak değiştirilip Paşalık verilen Emir Gûne'nin önünde yepyeni bir yol açıldı. Halep Beylerbeyiliği verilip yola çıkarıldıysa da olmadı. Kâhyasıyla boğuşup sonra da öldürünce, yeni vazifeden vazgeçilip İstanbul'a çağrıldı. Haleb'e bir başkası tayin edildi. Yusuf Paşa İstanbul'da Dördüncü Murad'a can yoldaşı oldu. Şâir Nefi ile Mûsâ Çelebi'nin yokluğunu unutturacak. Unutturma işi biraz fazla ileri gidip, Padişahımız kendi hayatını bile unutacak. Sevgi gösterip, saygı gösterecek tütün ve şarap tiryakiliği gibi Emir Güne tiryakiliğine bulaşacak Pâdişâh!
Şehzadelerin Katli (26 / 27 Ağustos 1635)
Sultan Murad'ın dört kardeşi vardı. Şehzade Bâyezid, Şehzade Süleyman, Şehzade Kasım ve Şehzade İbrahim. 12 Mart 1632'de saray basan zorbalar pâdişâha müşkül ânlar yaşatmıştı. Kardeşlerini öldürttü şayiası yayıp, sonra da biz şehzadelerin yaşadıklarına inanmıyoruz. Eğer yaşıyorlarsa çıkar göster! diye bağırmıştılar.
Sultan'ın henüz idareye hâkim olamadığı günlerdi ve hakaretleri hazmetmede zorlanıyordu. Şehzadeler içtima edildi. Asiler yatışmadı. Padişahın onları yaşatmayacağı korkusunu taşıdıklarını haykırdılar. O zaman Vezir-i Âzam Topal Recep Paşa ile Şeyhülislâm şehzadelerin hayatına kefil olup, Dördüncü Murad'ı biraz daha hor ve hakir mevkiie indirmiştiler. İçine demirden bir top gibi yerleşen kinini, adı geçen kişileri öldürterek eritmişti.
Aradan geçen 3 sene, 5 buçuk ay ne çok değişiklik gördü. Pâdişâh ülkenin eleştirilmesi imkânsız hâkimi oldu. Hükmetmenin büyüsü ile kendinden geçti. Dünyaya bakışı başkalaştı. Bu gün önünde hiçbir engel olmadığı gibi, yarın da olmamasının teminine çalışmak, kardeş sevgisinin önüne geçti. Revan da Safevi ordusuna boyun eğdirmiş olmak hülyalarını zenginleştirdi. Yarın için kurduğu hayallerin gerçekleşmesi için önünde arkasında hiçbir mânia bırakmamaya karar verdi...
Dördüncü Murad, Revan seferi ve fethiyle paşaların ve askerlerin gönlünde taht kurmuş, herkes onun, dünyanın en iyi, en muktedir insan olduğuna inanmıştı. Gerekli tayin ve terfiler yapılır. Bu güzel havadan istifade ederek bir de katl işi planlanır. Plan hemen tatbike konur. Revan fethinin müjdesiyle beraber Veliahd Şehzade Bâyezid'le Şehzade Süleyman'ın idam fermanları da İstanbul'a gönderilir.
Yirmi üç yaşındaki Bâyezid'le, yirmi buçuk yaşındaki Süleyman'ın ölümü, Revan fethini bastırdığı için, İstanbullular matem tutmayı, bayram yapmaya tercih ederler. Bu şehzadelerin katli, Avrupa'da bile yankı bulur, onlar için trajedi sahnelenir.
27 Aralık 1635 Perşembe günü, Dördüncü Murad zafer alayıyla İstanbul'a girer. Resmi tebrikler olsa da, milletin kalbi idam edilen iki şehzadeden dolayı kırıktır.
Sultan Murad, adını Yusuf yapıp, paşalık payesi verdiği Emir Gûne'yi Boğaziçinde bir köye yerleştirir. Daha doğrusu, boğazın en güzel köyünü bu Acem oğluna hediye eder. Acem oğlu işini çok iyi bilir; sık sık tertiplediği eğlencelere padişahı davet ederek, şimdi onun adına izafeten "Emirgân" diye anılan yerde, içkili âlemler yaparlardı. İstanbul'da, hatta diğer vilayetlerde içki içmeye cesaret edecek kimse kalmadığından, Emir Güne ile Sultan Murad'a haddinden fazla şarap kalmış, onlar da bunu bitirmeye yarışıyorlardı! Bilâhare elden çıkan Revan'ın fethiyle kazanılan moral bir süre yetmişti.
Küçük Ahmed Paşa'nın Kahramanca Ölümü (1 Ekim 1636)
Başlık Hammer'e ait. Bizim tarihçiler de Ahmed Paşa'yı metheder, ama bir yabancının methi daha hoş. Ahmed Paşa'ya "Küçük" denmesi boyunun kısalığından; tıpkı küçük Sâid Paşa gibi. Şam Beylerbeyi ve Musul muhafızıydı. Geçmişte kahraman olduğunu ispat etmişti. Peşinde olduğu şey nam kazanmak değil vazife yapmaktır. Biz bahsetmedik, şimdi kısaca değinelim.
Eşkıyalığın devlete boyun eğdirdiği günlerde idi. (Ağustos 1632) İlyas Paşa denen eski Anadolu Beylerbeyi memleketi olan Balıkesir'de isyan çıkarmış, Manisa'yı dahi zaptetmişti. Küçük Ahmed Paşa İlyas Paşa'yı yakalayıp İstanbul'a getirmişti. Tabii, asinin cezası idamdı. Lübnan'da isyan çıkaran Ma'n-oğlu Fahrüddin'i esir alıp İstanbul'a getiren de Ahmed Paşa idi.
Küçük Ahmed Paşa'nın son savaşı Safavilerle oldu. Mihriban önlerinde, kendi askerinden kat be kat fazla bir orduyla savaşmak zorunda kaldı. At üstünde duramayacak kadar hasta, askeri az ve bir de askeri arasında bulunan Şamlılar kalkıp kaçtılar. Bir kere bozgun başlayınca bunun önlenmesi çok defa mümkün olmuyor ve olmadı. Ahmed Paşa savaşı kaybetti.
Küçük Ahmed Paşa hayatını da başı kesilerek kaybetti. Karşı taraf, kestiği başı sahibinin yiğitliğine hürmeten iade etti ve bu gövdesiz baş Küçük Ahmed Paşa'nın Şam'daki türbesine defnedildi.
Solnok Bozgunu (3 Ekim 1636)
Sultan Murad Revan fethiyle rehavete, halk şehzadelerin idamıyla yeise kapılmıştı. Batı cephesinde ufak çaplı bir hareketlenme meydana geldi. Bu hareketlenmenin mimarı Rokaçi idi.
Erdel Prensi Betlen Gabor 1629'da ölmüş, onun yerini doldurmak isteyen üç kişi ortaya atılmıştı. Transilvanya Kralı ve Macaristan hâkimi tâyini, Osmanlı Devleti'nin göreviydi. Bahsedilen yerler Osmanlı'ya tâbi ve haraç veriyor olduğu için yöneticisini seçmek de Divân-ı Hümâyun'un hakkıydı. Adaylar, kendilerine göre başlattıkları baş olma mücadelesinde kafalarına uygun yollar deniyor. Etiyen Betlen Osmanlı'ya Segel Mazes İsveç'e, Rokaçi Viyana Sarayı'na dayanıyordu.
Osmanlı Devleti ağabeyliğinin gözardı edilmemesi için imparatora üstü örtülü ihtarda bulundu. Viyana'ya bir mektup gönderdi. Müteferrika Ahmed Ağa ile gönderilen mektup şu cümleyle esas sözü söylüyordu: "Bir zaman gelir ki gülünç bir haset büyük fenalıklara sebep olabilir; bilakis zahiri bir fedakârlık kıymetli faydalara menbâ olur."
Budin Valisi Nasûh Paşazâde Hüseyin Paşa'ya sığınan Etiyen Betlen Osmanlı desteğini arkasına aldı. Rokaçi de karşısına almak istemediği Osmanlı'ya elçi gönderdi. "Elçiler padişahın eteğini öpme şerefine nail olamadılar... Ancak tahtın üç adım gerisinde yer öpmekle yetindiler."
Nasûh Paşazâde Etyen'in kral olması hakkında İstanbul'dan ferman getirtti. Krallığı kendi hakkı olarak düşünen Rokaçi'nin boyun eğmeye niyeti olmadı. İşin hakkını vermek yapılacak savaşa kaldı.
Solnok, Gyula sahrasında bir yer, karşılaşma orada oldu. Rokaçi, Hüseyin Paşa'nın karargâhını basacak kadar ilerlediği halde şansı yaver gitmedi. Birdenbire "vezir bastı!" diye bir söz atıldı ortaya. Bu, sihirli iki kelime Rokaçi'yi şaşırttı. Neye uğradığını anlayamadan, her şeyini bırakarak kaçtı. Rokaçi'nin ordugâhı ve bütün ağırlıkları orada kaldı.
Rokaçi'nin bozulup kaçması Hüseyin Paşa'nın muzaffer olması mânâsına geliyor idiyse de, İstanbul böyle meyil taşımamış, yok yere devletin başına gaile açtığına hükmetmişti. Çünkü Rokaçi'yi mağlûp etmiş olmasına rağmen kendisi de Budin'e kaçmaya mecbur kalmıştı. Bundan sonra Nasûh Paşazade Hüseyin Paşa azledildi. Rokaçi'nin Transilvanya hükümeti makamında kalması Osmanlı Devleti tarafından kabul edildi.
Rokaçi uzun süre görevinde kaldıktan sonra, yerine oğlunu vasiyet edecek duruma geldi. Bunun için pâdişâhtan bir ahidnâme bile aldı.
Sultan Murad'ın adını ebedîleştiren son seferine gelmeden evvel görülen pek önemli bir şey yok; denebilirse de, Kırım'da yaşanan karışıklıklar yüzünden, Azak Kalesi, Rusya'ya tâbi Don-Kazakları ve Lehistan'a tâbi Zaporag Kazakları tarafından zaptedildi.
Rusya Karadeniz'e inme imkânı olmadığı için bu kaleden istifade edemeyecekti, taş taş üstünde bırakmayana kadar kaleyi yıktırdı. Bana yâr olmayan başkasına da yâr olmasın, mantığı belki haklıydı.
Şehzade Kasım'ın İdamı (17 Şubat 1638)
Taht tek kişilikti. Ona oturan insan eğer bir şeyler yapmayı hayal ediyorsa -eğer varsa, daima o hayalin ama yeğen veya bilhassa kardeş tarafından karartıldığını vehmeder. Sanki aniden gelip o tahta biri oturacak ve pâdişâh bütün hayalleriyle beraber yok olacak. Sultanların en müşkil imtihanları buradadır.
Dördüncü Murad Bağdad Seferi'ne çıkacak, dönüşünde tahtım baş bulamama kâbusundan kurtulamıyordu. Kardeşi Kasım'ı bunun için feda etti.
Bağdad Seferi
Son muhasara üzerinden 14 sene üç ay geçmiş, feth edilemeyen Bağdad, Sultan Murad'ın aklından çıkmamıştır. Önceden, paşalarla ön hazırlıklar yapılır, bütün tedarikler görülür. 8 Nisan 1638'de büyük bir merasimle Sultan Murad, Üsküdar'a geçer, bir ay sonra Üsküdar'dan Bağdad'a hareket eder.
Peçevi, bu seferin haşmetini o kadar ballandırarak anlatır ki; devlet zirvede bulunduğu Kanuni zamanında bile, böyle bir sefer görkemi yaşanmamıştı. "Hizmetçi ve seyisler sayılamayacak kadar çoktu. Bunların dışında pâdişâh defterine kayıtlı olan hademe ve seyislerin sayısı hesaba sığmazdı." dedikten sonra, "Yanında dokuz yedek at götürülüyordu. Örtüleri altınla ve yüksek değerli taşlarla işlenmişti. Kırk tane cirit atı, ayrıca üçyüz at cirit oyunu için. Bu atlar sefil olmasınlar diye seyyar ahırlar yaptırılmıştı. Her ahırda yedişer, sekizer tavla at bağlanır, has ahırların tavlası yemlikleri som gümüşten yapılırdı." Pâdişâhın atlarının bağlandığı kazıkların da gümüşten olduğunu yazan Peçevi, bu seferde "bin iki-yüz kadar deve, yediyüz kadar süratli yürüyen katır, ayrıca iç halkı denen pâdişâh haremi hizmetçileri ve ağalarından her birinin gücüne göre yirmişer, otuzar atı ve daha başka görkemli süs eşyası vardı ki, bunların burada anlatılması mümkün değil." Bir de pâdişâhın seyyar köşkünü anlatan Peçevi, insanı hayrette bırakır:
"Meleklerin oturmasına (!) layık süslü ve iç açıcı, taşınabilir bir köşk de yaptırılmıştı. Köşkü meydana getiren bina parçalan birbirine geçme ve burma çivilerle bağlanmıştı. Konulan yerde kurulur, kalkarken parçalara ayrılarak, bir sonraki konakta yeniden kurulurdu. Öyle ki, inceleyenler, bu tekniğe hayran kalırdı. İşte bu köşk de padişahın debdebe ve şaşaasının hayret veren bir göstergesi idi ki, şimdiye kadar hiç kimseye nasip olmuş değildi."
Atları, seyyar ahırı, katırları, develeri ve portatif köşküyle, kona kona Konya'ya gelen Sultan Murad, Mevlâna dergâhını ziyaret eder, görmek istediği yerleri gezer, istirahatını tamamlayıp yola koyulur. Tabii olarak, Sultan Murad'ın sıkı disiplini her zaman fasılasız devam eder.
Bolu Beyi Abdi Paşa ile Niğde Sancakbeyi Şems Paşazade haklarındaki şikâyetler Sultan Murad'a ulaşınca, ikisinin de hayatlarına kıyılır. Asayişin bozulmasına asla müsaade yoktur.
Bağdad'a Varış ve Muhasara (15 Kasım 1638)
Pâdişâhın otağı yüksekçe bir tepeye kurulur. İmam-ı Âzam Ebu Hanife'nin kabrini ziyaret, zafer sonrasına ertelemiştir. Sultan Murad: "Bağdad'ı fethetmeden ser-mezhebimizi ziyaretten utanırım" demektedir.
Sultan Murad, 24 Aralık'ta muradına nail olur, olur da, şehâdete erişen Sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa'nın acısı da içindedir. Tayyar Paşa'nın şehâdetini anlatanlar, kılıcı elinde çarpışarak şehit düşen ilk sadrazamdır, derler.
Bağdad fethi, belki de Tayyar Paşa'nın fedakârlığıyla gerçekleşmiştir. Sultan Murad bunu bilir. Çünkü Paşa bizzat, sur'un kulelerine çıkmış, orada vuruşa vuruşa şehit olmuştur.
Safevi ordusunun kumandanı Bektaş Han akıllı bir adamdır. Askerinin devamlı kırıldığını, Sultan Murad'ın askerine karşı koymanın imkânsızlığını anlar ve "Vire" ile teslim olmak ister. Yanına bazı kumandanlarını alıp sadrâzamın otağına, oradan da pâdişâhın huzuruna çıkar. Bektaş Han, yer öptükten sonra ellerini kavuşturup dikilir, Pâdişâh sorar:
"Sen kimsün, adun nedür, neye geldin?"
Sultan Murad karşısında duranı bilmez mi? Bilir de, ona söyletmek ister.
"Kal'âi Bağdad hakimi Bektaş Han,kulunum. Kal'âyı Pâdişâhıma teslim itmeğe geldüm!"
"Ya, niçün karşı kodun? Bu kadar muhalefet neden lâzım geldi? Dahi evvel kulluk itsen olmaz mı idi?"
"Çünkim veliyyi nimetümün uğruna kaadir olduğumuz metrebe vuruşmak uhdemize lâzım idi. Nitekim saadetlü Pâdişahumuzun kulları dahi uğur-u hümayunlaruna sarf-ı iktidar iderler. İşte bir avuç kanum ve başumla cânun. Huzûr-i şeriflerine geldüm; dilerse afveylesün, isterse katleylesün; ferman Pâdişahundur!"
"Hele böyle olur. Efendine hidmet itmek ise ancak olur! Sana ve askerüne ve hanlara eman virdüm."
Bektaş Han da Emir Güne oğlu gibi Osmanlı Devleti hizmetine girdi; fakat kalede kalıp, hâlâ teslimi kabul etmeyenler var ve bunlar kaleye giren yeniçerilere ateş açıyorlar. Kumandanları Bektaş Han onlara teslim olmalarını söylediğinde aldığı cevap: "Bugün hammama varsak gerekdür, yarın çıkıp varalum."
Pâdişâhın emriyle yeniden başlayan çarpışma Safevilerin biraz daha kırılmalanndan başka işe yaramaz...
Sultan Murad İstanbul'a fatihnâme gönderir, der ki:
"Sair melâin-i haşirin çıkmakda tereddüd itmeğle irtesi askeri İslâm süyû-fi berk iltima-i düşmen iltikaam ile üzer¬lerine hücum idüp zamanı yesirde yirmi otuzbin mikdarı Kızılbaş tu mei şemşir olup..." İ.İ.H.D.) "Lüzumsuz yere inatlaşan melunlar kılıçlarla lokma lokma olarak ziyana uğradılar; hem de 20–30 bin kişi." diyor.
Savaştır bu, tabii kansız olmaz. Osmanlı askerinin şehit sayısı da beş binden fazla. Safeviler mezheben Şiidir a¬ma, onların da en az dörtte üçü Türk. Herkes mensubu olduğu devleti için savaşıyor ve Osmanlı Devleti kazanıyor. Kanuni zamanında fethedilip 89 sene elimizde kalan Bağdad 14 sene önce kaybedilmişti. Şimdi 278 sene bizim olmak üzere topraklarımıza yeniden katılıyor. Dördüncü Murad'ı Bağdad fatihi yapan bu fetih, dilimize de bir güzel söz yerleştiriyor ki, uzun süre önce kaybettiğimiz Bağdad için bu güzel sözü sürekli tekrarlarız da söyledikçe burnumuzun direği sızlar, gözlerimiz dolar:
"Ana gibi yar, Bağdad gibi diyar olmaz."
Sultan Murad, "Şimdi yüzümüz oldu" diyerek, İmam-ı Âzam'ın türbesini ziyaret ile kurbanlar kestirir ve türbenin güzelleştirilmesini emreder. Diğer önemli şahısların türbe ziyaretlerini dahi ihmal edilmemiştir.
17.5.1639: "Kasr-ı Şirin Andlaşması" diye tarihe geçen, İranla sulh antlaşması yapılır. Daha öncekilerde olduğu gibi yine önemli maddelerden birisi; "Şeyheyne seb" idi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve bazı sahabelerle Hz. Aişe Val¬demize sövmeleri, hakaret etmeleri yasaklanıyordu.
Sultan Murad, Revan seferi hatırasına Topkapı Sarayı'na yaptırdığı köşke, "Revan Köşkü" adını vermişti, Bağdad hatırasına, saraya "Bağdad Köşkü'nü irade etti."
Dördüncü Murad padişahlığının boşa giden dokuz seneye yakın zamanının acısını çıkarmaya çalışıyordu. Çalışacaktı. Anası Kösem Sultan'dan ve vezirlerden idareyi eline geçireli sekiz seneye yaklaşıyordu. Memlekette ne asi, ne zorba kalmış, bütün dik başlar, önünde eğilmiş, eğilmeyenler koparılmıştı. Devletin uzun zamandır rahatını kaçıran Bağdad meselesi de hallolunca, gözünü Avrupa'ya çevirmişti Sultan Murad. Avrupa'da yapacağı fetihlerin planı beyninde olgunlaşırken, hastalığı da bünyesini çürütüyordu.
Sultan Murad'ın en büyük zaaflarından sayılan Emir Güne, Silahtar Paşa ve Venedik mühtedisi Biyanki gönlünü eğlendirirken, hastalığının ilerlemesine sebep oluyorlardı. Hiç bir pehlivanın karşısına çıkmaya cesaret edemediği kuvvet sembolü vücûdu çökmeye başlamış, doktorları kesinlikle içkiden uzak durmasını tavsiye ediyorlardı. Kendisine söz geçiremeyene kim tesir edebilir ki?
"Tüfek kurşunundan daha uzağa ok atan kollar" kımıldayamaz hale gelmiş, en cesur insanların, gazabı şahanesinden eridiği bakışlar bulanmış, "koşan bir atın üzerinden diğer koşan atın üzerine sıçrayan" vücut yatağa serilmiş yatıyordu. Saray İmamı Yusuf Efendi başucunda Yasin suresine gözyaşlarını karıştırırken, Sultan Murad'ın ruhu da ebedi âlemdeki yerine uçuyor, ecdad ruhlarına karışıyordu. Geride bir uçurumun kenarından çekip düz yola düşürdüğü devlet arabası kalıyor ve bu devlet, bu yolda, onun verdiği hızla daha bir müddet son sürat gidecekti. (9 Şubat 1640)
20 Şubat 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder